Adıyaman Menzil Hakkında Tüm Bilgiler & Menzil Cemaati

Adıyaman Menzil Cemaati ve bu köy ile ilgili dikkat çeken bilgilere yer vereceğiz. Ayrıca Nakşibendi Silsilesi listesini de içeriğimizde yayınlıyoruz.
Adıyaman Menzil Hakkında Tüm Bilgiler & Menzil Cemaati

Menzil Hakkında Bilgiler

Menzil Köyü Adıyaman ilinin Kahta ilçesine bağlıdır. Tüm Türkiye'de tanınan bir köy olmasının sebebi ise Efendimiz'in (asm) soyundan gelen zâtların bu köyde yaşıyor olması ve bu zâtların Şahı Nakşibend Hazretleri tarafından kurulan Nakşibendi Tarikatı'nın silsilesini devam ettiren misyonu üstlenmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Menzil Köyü

Köyün her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret edilme sebebi de yine bu misyona dayanmaktadır. Menzil Köyü, Adıyaman il merkezine 75 km. uzaklıkta yer almaktadır. Köyün genel olarak temel geçim kaynağı  tarım ve hayvancılığa dayanır.

Köyde çay evi, pastane, lokanta ve fırın da bulunmaktadır.

Adıyaman Kahta Menzil (Durak) Köyü, hafif karasal iklimin etkisi altındadır. Kışlar serin, yazlar ise sıcak geçmektedir.

Menzil Cemaati


Nakşibendi Tarikatı - Menzil Cemaati

Adıyaman'ın Menzil Köyü'nde bulunması hasebiyle adı Menzil Cemaati olarak benimsenen oluşumun tarihi esasen, Sevr mağarasında Efendimizin (asm) Hz. Ebubekir Sıddık'a; (r.a.)  dilini damağına daya, gönlünü gönlüme daya ve “Allah de!” İhtarıyla başlayıp asrı saadet medeniyetini bütün güzellikleriyle berraklığından, saffetinden ve arı duruluğundan zerrece bir pâye kaybetmeksizin yansıtan, elden ele gönülden gönüle zaman ve mekânın ötesinde bir seyir ile gelen, Şahı Nakşibend Hazretleriyle birlikte özünden birşey kaybetmeden ve çatısı bozulmadan, modern tabirle kurumsallığını kazanmış olan, sonraki nesillere devretmek suretiyle günümüze gelen ve gidecek olan tasavvuf ekolünün, yine kendi ifadeleriyle emanetçisi oldukları manevi bir terbiye ocağı olmasına dayanmaktadır.

Dini güzel yaşama sanatı olarak tarif edilen tasavvuf ekolü geleneksel dilde “tarikat” diye tabir edilen kavramı kapsamaktadır. Tarikatler bu yönüyle beraber, Tarih boyunca medeniyetlere yön vermesi, ve batının modern kültlerine öykünmeyen kararlı duruşu vesilesiyle kendi öz benliğini “cemaat” kavramından ana hatlarıyla ayıran ve belirgin çizgisiyle karşımızda durur. 

Yine onların tabiriyle “menzil cemaati” bünyesinde eğitim gören talebeler, temelde sünneti seniyyeye tam bağlı ve ''halka hizmet hakka hizmettir.'' düsturunca eğitim görmektedirler.
Türkiyenin dört bir yanına açmış oldukları medreselerde ilim öğrenen talebelerden, eğitim hayatları boyunca asla para talep edilmeyip, bütün masrafları cemaate mensup hayırseverler tarafından karşılanmaktadır
.

Din eğitimi yanı sıra, dünyanın dört bir yanında yaşayan ümmeti muhammedin mazlumlarına da yardım ettikleri bilinmektedir.

Türkiye'nin  tarikat anlamında en etkin yapılarından biri olan Menzil cemaati, gücünü tamamiyle asrı saadetten doğan kültüründen ve tarihinin berraklığından alır. 

Gizli zikir, edep, nefs-î terbiye adetlerinin ve “dünyayı kalbinde değil cebinde taşı” felsefesi gibi faktörler, tasavvuf yolunu, Dünya’daki en yumuşak yapılardan biri haline getirmiştir.

Cemaat Nakşibendi yolunun kurucusu Şahı Nakşibend Hazretlerinin vefatından sonra silsile yoluyla, Semerkand, Buhara, Horasan, Bağdat, Kerkük, Şam ve Anadolu'ya kadar uzanmıştır.

adıyaman menzil tarikatı

1973 yılında, “Cenabı hakkın hatırını hiç kimsenin hatırına değişmeyeceksiniz! Niyetlerinizi Allah için yapın ve Allahın rızası yoksa bizim rızamız yoktur.” gibi öğütleriyle gönüllerde iz bırakan, Gavsı Kasrevi olarak bilinen Şeyh Seyyid Abdulhakim Elhüseyni’nin vefatıyla beraber sırasıyla Şeyh Seyyid Muhammed Raşit Elhüseyni, Ondan da Abdulbaki Elhüseyni’ye geçmiştir.

Adıyaman merkezli olarak faaliyetlerini sürdüren topluluk bugün, Türkiye’nin dört bir yanında faaliyet göstermektedir.


Tasavvufun Aslı

Hz. Peygamber [sallallâhu aleyhi vesellem],  irfân meclisinde bütün bu ilimleri ashâbına öğretiyordu. Fahr-i Kainat’tan bütün bu ilimleri  tedris eden ve aşina olan sahabe-i kirâm [radıyâllahu anhum], her biri kendi mizaç ve meşrebince ilgi sahasını bir alana yönlendiriyor ve o alanda derinlik kesbediyordu. Tefsir ilminde Abbas b. Abdülmuttalib, hadis ilminde Ebû Hureyre, fıkıh ilminde Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Ömer, zühd ve (bilinmeyen bir yِnü) matematik ilminde Ali b. Ebû Tâlib, devlet yönetim hukukunda Ömer b. Hattab, askeri hukuk sahasında Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Hâlid b. Velîd, tıp ilminde Rufeyde el-Eslemiyye, (el-Cevhere haşiyesinde İmam Ebû Ali el-Yûsî’nin naklettiği) kelâm ilminde Enes b. Mâlik, Ebû Musa el-Eş’âri [radıyâllahu anhum], gibi kaynağını aynı yerden alan her bir sahabe daha sonra  mütehassıs oldukları alanlarda verdikleri eğitimle ders halkalarından oluşan hikmet meclislerinin teşekkül etmesine vesile oldular. Tabîin ve tebe-i tabiînin oluşturduğu ilim halkaları ise bu ilim sahalarının birer eğitim mektebi olarak müesseseleşmesine sebep oldu. Tasavvufta bu ilim dallarından biridir. 

Hz. Cebrail, Hz. Peygamber [sallallâhu aleyhi vesellem]’e; “İmân, islâm ve ihsânın ne olduğunu sordu!” Hz. Peygamber [sallallâhu aleyhi vesellem] ise; “imanın, islamın ve ihsânın ne olduğunu  anlattı.” İmam-ı Rabbâni [kuddise sirruhû], Efendimiz [sallallâhu aleyhi vesellem]’in bir hakikatin üç merâtibi olan, imanı anlatırken akâid ilminin, İslam’ı anlatırken fıkıh ilminin, ihsânı anlatırken tasavvuf ilminin muhtevâsını binâ ettiğini söylemektedir. 

Hz. Peygamber [sallallâhu aleyhi vesellem]’in terbiyesiyle bizzat ilgilendiği Hz. Ali [radiyallâhu anh] ve onun yetiştirdiği ehl-i beyt mektebi, İmam Zeynelâbidin, Câfer-i Sâdık, Abdülkadir Geylâni, Şah-ı Nakşibend, Ahmed-er-Rufâi [kaddesallâhu esrârehümü’l-aliyye] gibi her dönemde tasavvufun zühd, takva, ihlas, kurbiyet, yakin, üns ve rıza hallerinde zirveye ulaşmış zevâtla ümmete cansuyu oldu. Bu irfan mekteplerden biri belki de en önde olanı Nakşibendi yoludur. Nakşibendi yolunun kaynaklara göre Resulullah sallahu aleyhi ve ellem e ulaşan iki silsilesi vardır. Biri ehl-i beyt imamları yoluyla Hz. Ali’ye ulaşan silsile diğeri hacegan piranı yoluyla Hz. Ebubekir’e ulaşan silsile. Hz. Ali ve Hz. Ebubekir [radiyallâhu anhümâ] kanalıyla Resulullah’a [sallallâhu aleyhi vesellem] ulaşan iki Nakşbendî silsilesinin de ortak buluşma noktası İmam Câfer-i Sadık’tır [radiyallâhu anh]. Nakşibendi yolunun asrımızda ki kutbu onun mübarek neslinden Menzil’de irşad vazifesini devam ettirmekte olan Ğavs-ı Sani Hazretleridir. Nakşibendîye yolunun müntesiplerinden Şeyh Muhammed Buhârî (1142/1729) hazretletleri, Nakşibendîye’yi “hiçbir ilâve veya eksiltme olmaksızın ashab-ı kiramın yolu” olarak tanımlamıştır. Şah-ı Nakşibend hazretleri hâcegan yolunu "tarikatımız Kur'an ve sünnet üzere bina edilmiştir. " şeklinde târif etmiştir. 

Sultan Abdülmecid Han(ر.ع)'ın Şeyhi İsmet Ğaribullah(ق.س) şöyle buyurmuştur: "Tarikat hem hakikat bil hakikat, Aziz! Bil cümleden maksat şeriat. Şeriat kenzi Hak miftahı Tarikat, Kemâl ehli bilür ancak şeriat. Şeriat hüccet oldu gel gidelim, Cemali ba kemale seyridelim..."

Sadıklarla beraber olmak kişi için hem dünya hemde ahiret sermayesidir. Seyh Sadi Sirazi ne güzel anlatir:

“Hoş bir kokunun geldigi tarafagittim baktimki bir kil.

Dedimki “ey kil, sen mis’misin ambermisin, senden nasilda guzel kokular geliyor” der

Kil şöyle dedi;"Aslında ben bir kilim. Ne amberim ne de reyhan. Alelâde bir toprağım. Fakat benim ömrüm bir gül ağacının altında geçti. Seher vakitlerinden o gül ağaçlarından düşen şebnemler benim toprağıma karıştı. Ben o gül dallarından düşen şebnemlerle hamur oldum. Benden gelen o koku gül dallarından yapraklarından bana düşen şebnemlerin kokusudur…”


Nakşibendi Silsilesi

Nakşibendi yolunun ilim ve irfanını bir yol ve usul olarak aldığı, Hz. Resulullah sav'e ulaşan bu iki silsile şu şekildedir.

Şâh-ı Nakşbend’in [kuddise sirruhû] Ehl-i Beyt imamları kanalıyla Hz. Ali’ye, ondan da Resûlullah’a [sallallâhu aleyhi vesellem] ulaşan bir silsilesi olmasına mukabil,

asıl şöhret bulan silsilesi Ebubekir Sıddîk’a [radiyallâhu anh] ulaşan silsilesi de şu şekildedir:

  1. Muhammed Mustafa [sallallâhu aleyhi vesellem] 
  2. Ebûbekir Sıddîk [radiyallâhu anh]
  3. Selman-ı Farisî [radiyallâhu anh]
  4. Ebû Muhammed Kasım [radiyallâhu anh]
  5. İmam Cafer-i Sadık [radiyallâhu anh] 
  6. Bâyezid-i Bistâmî [kuddise sirruhû]
  7. Ebü’l-Hasan Harakânî [kuddise sirruhû] 
  8. Ebû Ali Farmedî [kuddise sirruhû]  
  9. Hâce Yusuf Hemedânî [kuddise sirruhû] 
  10. Abdülhâlik Gucdevân [kuddise sirruhû]  
  11. Hâce Arif-i Rivgerî [kuddise sirruhû] 
  12. Hâce Mahmud Encirfağnevî [kuddise sirruhû] 
  13. Hâce Ali Râmitenî [kuddise sirruhû] 
  14. Muhammed Baba Semmâsî [kuddise sirruhû] 
  15. Seyyid Emîr Külâl [kuddise sirruhû] 
  16. Şâh-ı Nakşbend [kuddise sirruhû]
  17. Alâeddin Attar [kuddise sirruhû] 
  18. Yakub Çerhî [kuddise sirruhû] 
  19. Ubeydullah Ahrâr [kuddise sirruhû] 
  20. Mevlânâ Muhammed Zahid [kuddise sirruhû] 
  21. Mevlânâ Derviş Muhammed [kuddise sirruhû] 
  22. Hâce Muhammed Emkenekî [kuddise sirruhû] 
  23. Muhammed Bâkî Billâh [kuddise sirruhû] 
  24. İmâm-ı Rabbânî [kuddise sirruhû] 
  25. Muhammed Ma’sum [kuddise sirruhû] 
  26. Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî [kuddise sirruhû] 
  27. Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî [kuddise sirruhû] 
  28. Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân [kuddise sirruhû] 
  29. Abdullah Dihlevî [kuddise sirruhû] 
  30. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdhi [kuddise sirruhû] 
  31. Mevlânâ Seyyid Abdullah Hakkârî [kuddise sirruhû] 
  32. Seyyid Taha Hakkârî [kuddise sirruhû] 
  33. Seyyid Sibğatullah Arvâsî [kuddise sirruhû] 
  34. Abdurrahman Tâhî [kuddise sirruhû] 
  35. Fethullah Verkânisî [kuddise sirruhû] 
  36. Muhammed Diyâuddin Nurşînî [kuddise sirruhû] 
  37. Ahmed Haznevî [kuddise sirruhû] [Muhterem validesi, Şâh-ı Geylânî’nin neslindendir] 
  38. Gavs Seyyid Abdulhakim Bilvânisî [kuddise sirruhû] 
  39. Seyyid Muhammed Raşid Bilvânisî [kuddise sirruhû] 
  40. Gavs-ı Sânî Bilvânisî[kuddise sirruhû]  

Şâh-ı Nakşbend’in [kuddise sirruhû] Ehl-i Beyt imamları kanalıyla Hz. Ali’ye, ondan da Resûlullah’a [sallallâhu aleyhi vesellem] ulaşan bir silsilesi,

Silsile-i Nakşbendiyye;

  1. Muhammed Mustafa [sallallâhu aleyhi vesellem] 
  2. İmam Ali [radiyallâhu anh
  3. Muhammed Mustafa [sallallâhu aleyhi vesellem] 
  4. İmam Ali [radiyallâhu anh]
  5. İmam Hüseyin [radiyallâhu anh]
  6. İmam Zeyne’l-Âbidin [radiyallâhu anh]
  7. İmam-ı Muhammed Bâkır [radiyallâhu anh]
  8. İmam Câfer-i Sadık [radiyallâhu anh]
  9. İmam Mûsa Kâzım [radiyallâhu anh]
  10. İmam Ali Rıza [radiyallâhu anh] 
  11. Ma‘rûf Kerhî [kuddise sirruhû]  
  12. Seriyyü’s-Sâkâtî [kuddise sirruhû]  
  13. Cüneyd-i Bağdâdî [kuddise sirruhû]  
  14. Ali Ruzbari [kuddise sirruhû]  
  15. Ebû Alî Kâtib [kuddise sirruhû]  
  16. Ebû Osman Mağribî [kuddise sirruhû]  
  17. Ebü’l-Kasım Cürcânî [kuddise sirruhû]  
  18. Ebû Ali Farmedî [kuddise sirruhû]/ 
  19. Hâce Yusuf Hemedânî [kuddise sirruhû]
  20. Abdülhâlik Gucdevânî [kuddise sirruhû]
  21. Hâce Arif-i Rivgerî [kuddise sirruhû]
  22. Hace Mahmud Encirfağnevî [kuddise sirruhû]
  23. Hace Ali Râmitenî [kuddise sirruhû] 
  24. Muhammed Baba Semmâsî [kuddise sirruhû]
  25. Seyyid Emîr Külâl [kuddise sirruhû]
  26. Şâh-ı Nakşbend [kuddise sirruhû]
  27. Alâeddin Attar [kuddise sirruhû] 
  28. Yakub Çerhî [kuddise sirruhû] 
  29. Ubeydullah Ahrâr [kuddise sirruhû] 
  30. Mevlânâ Muhammed Zahid [kuddise sirruhû] 
  31. Mevlânâ Derviş Muhammed [kuddise sirruhû] 
  32. Hâce Muhammed Emkenekî [kuddise sirruhû] 
  33. Muhammed Bâkî Billâh [kuddise sirruhû] 
  34. İmâm-ı Rabbânî [kuddise sirruhû] 
  35. Muhammed Ma’sum [kuddise sirruhû] 
  36. Mevlânâ Muhammed Seyfeddin Fârûkî [kuddise sirruhû] 
  37. Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî [kuddise sirruhû] 
  38. Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân [kuddise sirruhû] 
  39. Abdullah Dihlevî [kuddise sirruhû] 
  40. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdhi [kuddise sirruhû] 
  41. Mevlânâ Seyyid Abdullah Hakkârî [kuddise sirruhû] 
  42. Seyyid Taha Hakkârî [kuddise sirruhû] 
  43. Seyyid Sibğatullah Arvâsî [kuddise sirruhû] 
  44. Abdurrahman Tâhî [kuddise sirruhû] 
  45. Fethullah Verkânisî [kuddise sirruhû] 
  46. Muhammed Diyâuddin Nurşînî [kuddise sirruhû] 
  47. Ahmed Haznevî [kuddise sirruhû] [Muhterem validesi, Şâh-ı Geylânî’nin neslindendir] 
  48. Gavs Seyyid Abdulhakim Bilvânisî [kuddise sirruhû] 
  49. Seyyid Muhammed Raşid Bilvânisî [kuddise sirruhû] 
  50. Gavs-ı Sânî Bilvânisî[kuddise sirruhû] 

 


Menzil-i Şerif’te ki irşad sancağı Resulullah sallalhu aleyhi ve selleme ulaşan bu mübarek silsile yoluyla elden ele bugüne bir rahmet olarak gelmiştir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bir aklı kıt, ahmaklığından ötürü dil uzatarak ayıplasa onları, Çirkin sözlerin tümünden uzaktır sahaları, Hilekar tilki hiç kırabilir mi o zinciri, Ki onunla bağlanmıştır dünyanın tüm aslanları!"

Molla Cami hazretleri Tuhfetu'l Ahrar isimli eserinde "Şah-i Nakşîbend" hakkında buyurduğu üzere :

“Hâce-i beste zî-ser-i bendegî, Der-saf-ı safvet kemer-i bendegî"

Şeh-i Nakşîbend safvet ü safâ safında bendelik tarafından bendelik kemerini bağlamış bir hâcedir.”

Şâh-ı Geylânî [kuddise sirruhû], Şah-ı Nakşibend hazretlerinin sermerkand topraklarında geleceğini ve irşadını daha evvel firasetinin nuruyla manen müjdelemiştir. O şöyle buyurdu: “Bundan iki yüz sene sonra Horasan ilinden Kasr-ı Arifan da Bahaeddin isminde bir zât-ı nûrani çıkacak. Kendisi gayet büyük bir âlim ve çok büyük bir mürşid-i kâmil olacak.” Vakta ki bu kadar zaman geçti. Gavsü’l âzâm’ın sözleri aynen çıktı. Şeyh Bahâeddin Horasan illerinde zuhur etti.

Menzil-i Şerif’te irşad vazifesini yapan Ğavsı Sani hazretlerinin babası Ğavs-ı Kasrevi kuddise sirruhu’un Menzil’i alarak orayı bir nakşibend ocağı haline getirmesi şu şekilde olmuştur:

“ Adıyamanlı ve Ğavs-ı Kasrvi hazretlerinin yakın sufilerinden olan Molla Üzeyr anlatıyor:
Ğavs hazretleri bize adıyamanı sevdiğini ve oraya taşınmak istediklerini söyledi. Bizde hem irşada müsaid hemde tarlalarını ekerek tekkenin ihtiyacını karşılayacak kadar da ticareti olabilecek bir yer araştırmaya başladık. 

Adıyaman Kahta’da ki Menzil-i Şerif’i bulduk. Ğavs-ı Kasrevi Şeyh Seyyid Abdülhakim El Hüseyni kuddise sirruhu ya bu köyü anlattık. Ğavs hazretleri tarafından irşad niyetiyle satın alınmadan önce kendisine gelen köylülere cevab için bir gece mühlet vermelerini söyledi. Sabah Namazında biz sufiler kendisine cevab almak için gittiğimizde bize şöyle buyurdu: 

“Dün gece  bütün sadat-ı Nakşibendi o köyü almamıza rey verdi, izin verdi. Birtek Bazu Geylani hariç. Köyde münkirler olduğu için izin vermiyor. “ cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine sufiler Ğavs-ı Kasrevi hazretlerine , münkirlerin köyden gideceklerini bu sorunu çözmek için ellerinden geleni yapacaklarını Ğavs-ı Geylani hazretlerine arz etmesi için rica da bulunurlar. Ertesi gün Ğavs Hazretleri sufilere, ”Bazu Geylani kuddise sirruhu dan da izin alındı “buyurdu. Bu hadiseyi anlatan sufi(Molla Üzeyr) daha sonra köy satın alınsa da münkirlerin çıkması için gereken ihtimamı göstermekdiklerini ve Sultan Seyyid Muhammed Raşid kuddise sirruhu ya köydeki münkirler tarafından düzenlenen suikastten sonra Şah-ı Geylani kuddise sirruhu ya dair Ğavs-ı Kasrevi hazretlerinin naklinin ne demek olduğunu ancak anladıklarını ama geç kaldıklarını söylemektedir.


Tasavvuf ve Ticaret

Bu büyük tasavvuf mekteplerini tenkit edenlerin en çok üzerinde durdukları hususlardan biri tasavvuf ehlinin meşru dairede yaptıkları ticaret olmuştur. Tasavvuf terbiyesinin dünyaya olan muamelesi el karda gönül yarda şeklindedir. Tarih boyunca başta ahiler olarak ümmet-i muhammede ve devlet-i aliyyeye hizmet eden büyük ticaret hamleleri yapan zümreler hem sufiler olmuştur. İmam ı Azam hazretleri başta olmak üzere bu yolun zahir ve batın mürşidleri ticarete önem vermişler, kimseye dilenmemeyi, helal yoldan çalışmayı, kazanmayı ve ümmet-i muhamede bu yolla menfaat vermeyi esas almışlardır. Mevlana Halid-i Bağdadi k.s Şah-ı Dehlevi hazretlerinin huzurundan ayrılırken son arzusunun ne olduğuna dair kendisine şeyhi tarafından sorulan suale “Din ve dinin kemâl ve kuvvet bulması için dünyayı da isterim” cevabını vermişlerdir. Daha sonraları Halidiyye tarikatının büyüklerinin irşad usullerine dünyayı kesben değil kalben terk olan “el karda gönül yarda” kaidesiyle hizmetlerine devam etmeleri bu nokta-i nazardan neş’et etmektedir. Kuran ı kerimde gerçek müminlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri sırasında bile Allah’ı zikretmekten geri durmayanlar (en-Nûr 24/37) oldukları belirtirilmiştir. Osmanlı devlet-i aliyye de tekkelerin ve tekke meşayıhının ticaret yapmasına kimseye minnet etmemesine çok önem vermiş. Bunun için yüzlerce vakfiyeler kurdurmuştur. Sultan 2. Abdülhamid Han hazretleri tarafından hazırlattırılmış, Eski Sofular ve Akşın'da bulunan tekke için ticari olarak çalıştırılan arazilerin aynı şekilde istihdam edilmesi ile ilgili 1325/1897 Târihli i'lâmlar birçoktur. Osmanlı'da türbelerin giderlerinin karşılanması için dahi ticaret yapılması üzere vakfiyeler verilmiştir Şeyh Abdurrahman Erzîncâni'nin türbesi için ticaret yapılmak üzere verilen ulu viran köyü ile kızıl kuyu daki tarlaların tapusularının geçtiği arşivler BOA.TTD. NO: 156. 937 H. sh. 241. Sultan 2. Ahmed'in, Somuncu Baba Hazretlerinin ahfâdının"TİCARÎ" arazilerinden vergi alınmamasına dair verdiği 1102/1690 Târihli Sofular Karyesinin Hudut Fermânı. Belgede Somuncu Baba Hazretlerinin torunlarının "TİCARET" için ektikleri arazilerin adları teker teker yazılmıştır. Sultan 3. Selim'e aid 1310/1796 Târihli bir fermanda ise , Sâdat-ı kirâm'dan buyuk bir zâtın torunu olan Şeyh İsa, Derviş Muhammed, Hacı Mahmud ve Molla Muhammed adlı zevâtın toprakları, tarlaları ve onlar üzerinden yaptıkları ticâretlerine tecâvüz olunmaması için verilmiştir. Gene Sultan Abdülhamid Han döneminde, Sâdât-ı kiram'dan Ğavs-ı Hizani Şeyh Seyyid Sibğatullah hazretlerinin ğayda tekkesinin koyun keçi ticâretinden alınan rüsûm ve arazide ki öşür adındaki vergilerinden muaf tutulduğuna dair belgelerden sadece birine arşivdeki şu yerde ulaşabilirsiniz ! BOA,BEO,419/31392,08 Z 1311

Bütün bunlar birlikte mülahaza edildiğinde Şah-ı  Nakşbend hazretlerinin irşad usûlünde haktan uzak durma değil halk içinde hakla beraber olma kâidesi olan halvet der encümen esastır. Şah-ı  Nakşbend hazretleri Fütüvvet ahlakı gereği olarak el emeği ile çalışıp kazanmaya önem vermiştir. Osmanlı devlet-i aliyye döneminde de sultanlar buna mani değil bütün himmetleriyle destek olmuşlardır. Çalışmayan işsiz ve tenbel insanların kâmil manada sûfilik edemeyeceğini söylemiştir. Bu manada Şah-ı Nakşibend hazretleri ile devam eden yolda "insanların en hayrlısı insanlığa en faydalı olandır" hadis-i şerifi muhtevasınca kendisi de ziraat ile geçimini temin etmişti. Şah-ı  Nakşbend hazretlerinin  sûfilerine temel prensibi dünyevi işlerde çalışıp kazanmak, kimseye yük olmamak, çalışırken de Hak Teâlâ’dan gafil olmamaktır. Hâce Ubeydullah Ahrar hazretleri ile birlikte dünyadan kesben değil kalben yüz çevirme esasına dayanan sosyal hayatta bir güç merkezi olan nakşibendi tekkeleri tarih sahnesinde bu yönüyle de yerini almıştır. Şah-ı Nakşibend hazretleri bir sohbetlerinde -dünya ahiretin tarkasıdır- hadis-i şerifinin iktizasınca sahib olmadığınız bir tarlaya ekemezsiniz demiştir. Bu usluplarıyla dünyayı kesben de terk etme şeklinde ki bir zühd tarifi hacegan yolunun büyüklerinin yolunda yoktur. Şah-ı nakşibend hazretleri "El kârda gönül yârda" şeklinde bir zühd tanımı yaparak ihvanını bu yolda istihdam etmiştir. 

Bu meyanda ihvanına yaptığı bir sohbette Şah-ı Nakşibend hazretleri, pazarda beşbin dinar kazanan birisiyle kâbe kapısında Allah’tan başka her şeyi dileyerek dua eden iki kişiyi mukayese etmişler. Ve pazarda beşbin dinar kazanan diğerinden daha kıymetli ve yüksek himmetli olduğunu beyan etmişlerdir.


Nakşibendi Sadat-ı Kiramı

Nakşibendi sadat-ı kiramı muvahhid ve muttaki olan bütün müminlerce sevilmiştirler. Zira onlar ancak bozulmamış gِönüllerin sevgilisidirler. . Arapça bir kelime olan “sâdât”, “seyyid” kelimesinin çoğulu olup efendiler, büyükler anlamına gelir. Bunları sevenler de sevilirler. Onları sevmeyip dil uzatanlar ancak bu mübarek zatların feyizlerinden mahrum kalırlar. Nakşibendi sadat-ı kiramından Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Ubeydüllah-i Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; «–Türk sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti; yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allah Teâlâ’nın izni ile zafer kazanıldı…» buyurdular.”

Molla Abdurrahman Câmi gibi Şeyh Ubeydullah Ahrar hazretleri 

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirak eden Pîr Ubeydullah Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır: “İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezid, babam Ubeydullah Ahrâr’ın şekil ve şemâilini şu şekilde tarif etti:“–Babam Fatih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbim’e ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi diyerek anlatmışlardır…”

Velhâsıl Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyânın rûhâniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu tarihî bir vâkıadır.

Allah dostlarını istismara kalkışanlar, onları gِözden düşürmeye çalışanlar, ya da düşmanlık edenler, mutlaka cezalarını bulurlar. Kur’an-ı Kerim de Evliyâullah şöyle anlatılıyor;

“İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar, Allah’a inanmış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da ahirette de müjde onlaradır. Allah’ın söِzlerinde asla değişme yoktur. İşte bu büyük kurtuluşun kendisidir.”(Yunus, 10/62-64)

Bir hadis-i kudside şöyle bildirilir:

“... Kulum bana farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili bir şeyle yaklaşamaz. Nafilelerle de bana yaklaşır. Ta ki onu severim, onu sevdiğim vakit, onun işiten kulağı, göِren gِzü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”

İşte bu mürşid-i kamillerden biri de Gavs-ı Kasrevi Şeyh Seyyid Abdülhakim Hazretleridir. Ğavs-ı Kasrevi hazretleri , Kermat, dilbey, siyanus, taruni, bilvanis ve en nihayet Kasrik e uzanan nurlu ve çileli bir yolculuğun akabine ِömrünün nihayetinde Menzil -i şerife gelmişti. Menzil tabiri uygunsa yolu ve izi olmayan, en ücra bir kِöydü. Kermete kِöyünün yalçın, geçit vermez, sert ve ihtişamlı kayalarınn ufkunda doğan bu güneş, menzili çorak çِölden âdeta cennet bahçelerine çevirdi. Ğavs-ı Kasrevi hazretleri vefat etmeden hayru'l halefi Sultan Seyyid Muhammed Raşid hazretlerine irşad sancağını teslim etti. 

يَمُوتُ قَوْمٌ فَيُحْيِي الْعِلْمُ ذِكْرَهُمُ

فَالْجَهْلُ يُلْحَقُ أَمْوَاتًا بِأَمْوَاتِ

“Bazıları vefat eder ama ilim onların şânını diri tutar,

Cehâlet ise zaten  ölü olanları diğer ölülere kavuşturur”

Ğavs-ı Kasrevi hazretleri sadrındaki ilim ve hikmet deryalarnı fevc fevc Seyda hazretlerinin kalbine ilkâ eyledi. Seyda hazretleri fıtraten nesebiyet cihetiyle sahip olduğu hamiyeti yanında fevkalade kemalatı ile muhiblerin göِnül ufkunda bir fecr-i sâdık gibi zuhur etti . Hakka müştak göِnüller bir anda Seyda hazretlerinin etrafında halelendiler. Dağlar taşlar  fevc fevc insan seline muhatab oluyordu.  Bu durumdan hoşlanmayanlar o nurdan korktular, ürktüler, ona bakamadılar ve onu üfleyerek söِndürmeye çalıştılar, fakat kendileri sِöndüler.

"Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzû ile dönmez,Bir şem'a ki Mevlâ yaka, üflemekle söِnmez!"

Yâni; İnsan, Allah'ın takdirini cüzi irade ve kuvvetle bozup değiştirilemez. Dünyadaki kâfirler bütün maddi servetlerini, güçlerini ve tekniklerini bir araya getirseler, yine Allah’ın takdirinin bozup değiştiremezler.  Allah’ın yakmış olduğu bir ışığı da kimse  üfleyerek yani cüzi güç ve kuvvet ile asla sِöndüremez..."

Sultan Seyyid Muhammed Raşid hazretleri hapisler, nefiyler, sürgünler yaşadı.  Yûsuf (Aleyhisselâm)hapishanenin kapısına:

«هٰذِهِ شَمَاتَةُ الْأَعْدَاءِ وَتَجْرِبَةُ الْأَصْدِقَاءِ.»

“Burası düşmanların sevindiği, dostların denendiği yerdir” diye yazdırmışlar. Netice de onu unutturmak isteyenler unutuldular. Kendi tarihinde, hiçbir fazilet erbabı onun ki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı. Tirmizî’de geçen ve Enes (Radıyallâhu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem

«إِنَّ عِظَمَ الْجَزَاءِ مَعَ عِظَمِ الْبَلَاءِ.»

 “Mükâfâtın büyüğü belanın büyüğüne verilir”buyurmuşlardı. İmtihanı veren mükafatını da ihsan eylemiş onu manada eşsiz bir sultan kılmıştı. O zavallılar bilmiyorlardı ki, karanlığın nura, küfrün imana, cehlin ilme, zulmün Hakk’a galebesi asla mümkün değildi. 

İbrahim ibni Edhem (Kuddise Sirruhû)Hazretleri’nin Belh sultanlığını terk ettikten sonra sِöylemiş olduğu:

لَوْ يَعْلَمُ الْمُلُوكُ مَا نَحْنُ فِيهِ       لَجَادَلُونَا عَلَيْهِ بِالسُّيُوفِ

 “Krallar bizim içinde bulunduğumuz makamı bilselerdi,

Elbette onu elde etmek için bizimle dِöğüşürlerdi.” kelam-ı kibarını ciddi bir şekilde tefekkür edecek olursak bu ulvi mananın bir dünya makamına ne tenezzülü ne de minneti sِöz konusu olabilirdi.

Sultan hazretlerinin rıza-yı ilahiden başka matlub ve maksadı yoktu. İstikamet, sabır ve itidalden hiçbir zaman ayrılmadı. Menzil'in irşad halkası daha ziyade büyüdü ve tenevvüre başladı. Sultan hazretleri bu zulumden güneş gibi sıyrılarak aktar-ı alemi nurlandırdı, kör gِözleri bile kamaştırdı. Heybeti, azameti, vakar ve nuru karşısında nice gِönüller celb ve cezb oldu. 

Seyda hazretleri irşad dönemince hep imanı, emniyeti, itidâli, istikameti telkin etti. Dost ve düşmana faziletini kabul ettirdi. Halindeki derin okyanusları andıran dinginlik, nazarlarındaki rahmet, heybetindeki ilahi cezbe ile asrın vechini değiştirdi. Seyda hazretleri nice fakirlere ağa, düşkünlere sahib, yetimlere baba oldu. Günah gayyalarına düşmüş nice yolunu kaybetmişin kalplerine tesir ederek ruhlarını aşk ve şevke getirirdi. Sultanü'l Müslimin Muhibbül Mahbunin oldu. 

Bir şâhid şöyle anlatmıştı Seyda Hazretleri İstanbul’daki hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yükselden bahsetti. Ben de, ‘’çok yüksek âlim olduğunu sِöylüyorlar,’’ deyince: ‘’Evet, Hazretin tekkesinde yetişmiş, Şeyh Maşuk Hazretlerine yakın damat olmuş çok yüksek bir âlimdir, sen de ziyaretine git,’’ dedi.

İstanbul’a dِnünce Molla Sadreddin Hoca Efendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında:

‘’Efendim, dünyada çok yüksek âlimler var, aynı zamanda mürşid-i kâmiller var. Bu ikincilere ayni mürşid-i kâmillere hüsnü teveccüh ve etraflarında cemaat daha çok, bunun hikmeti nedir?’’ dedim. Cevaben:

‘’Ben meşhur bir âlimim, bugün Beyazıt meydanına çıksam arkamda elli kişi zor toplarım. Ama senin şeyhin Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse, çevresinde yirmi-otuz bin insan toplanıyor. Bunun sebebi, hakikatte hidayete erdirici olan Allahü Teâlâ’dır, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed s.a.v.’e dahi: ‘’Yâ Habîbim! Sen istediğini hidayete getiremezsin,’’ buyurmuş. şu halde, hidayet sahibi Allahü Teâlâ’dır. Yalnız Allahü Teâlâ bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret, bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi olur. İşte bu asırda senin şeyhinin eline hidayeti; Allahü Teâlâ koymuş, Resûlullah s.a.v. Efendimiz koymuş, bunun sırrı budur,’’ diye açıkladı

Şeyh Necmuddin-i Kübra hazretleri tasavvuf için on temel eser beyan eder. Bunlara usul-u aşere denilmektedir. 1-Tevbe 2-Zühd 3- Tevekkül 4- Kanaat 5-Uzlet 6-Zikre mülazemet 7- Hakka Yönelmek 8-Sabır 9-Murakabe 10-Rıza . Bunun için Menzil’de ilk inabe tövbe ile olmaktadır. Tövbe mürşid ile beraber Allah’a yapılır. Ya Rabbi ben pişmanım denilir. Bunu zühd yani kalbi dünyadan çevirmek takib eder bunun için her biri kuran ve sünnetten alınan adablar yerine getirilir. Bu manevi halde kalıcığın sağlanması içinde zikir, rabıta, kuran kıraati, delail vb. vazifeler verilir. 

Seyda Hazretlerinin tasavvuf ummanının ne derece mâhir bir mürşidi olduğunun  en büyük delili ise Menzil-i şerif'te ki ilim, irfan ve aşk ocağına halifesi, nâibi ve vasi'si olan Ğavs-ı Sani hazretlerini yetiştirmesidir.  Hacegan yolundan Kasr-ı Arifan'a oradan Kasr-u Hinduvan'a oradan Mevlana Halid hazretleri ile şam-ı şerife , Seyyid Taha hazretleri ile şemdinliye, ordan Hizan'a ordan Nurşin'e ordan Hızne'ye ordan Kasrik'e varan bu kutlu yol el-ân Menzil-i şerif'te Ğavs-ı Sani hazretlerinin irşad ve tasaruflarıyla devam etmektedir. Ğavs-ı Sani hazretlerinin himmet ve tasarrufatının gölgesinde  kemal bahçesinin nice müstesna bir gülleri yetişmiş ve yetişmektedir. Ğavs-ı Sani hazretleri ilim, irşad ve mücahede de yeni bir çığır açtı. Faziletinin ulviyeti, hamiyetinin fevkaladeliği, nazarının kuvveti, ilminin rusuhiyeti, tarife sığmayan cehd ve gayreti ile mana da eşsiz bir sultan oldu. Onun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır. Bir mütefekkirin dediği gibi; "Akıllara hayret veren bu ulvî hâdise; münkirleri kahrettiği gibi, mü'minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor."


Bülbülü hu çeken bağlara vardım.
Kırmızı güllerden derdim menzilde.
Ruhumu mest eden kokuya daldım.
Sanki nur Ravzaya vardım 
Menzilde.!

Allah der aşıklar yanar gönüller.
Hep Ya Rarabbi diye tövbede diller.
Beyaz sarıklara uzandı eller.
Durup huzura erdim 
Menzilde.!

Aşkın mihrabına dönmüş yüzünü.
Hak der Hakka bağlar dostun sözünü.
Bütün günahlardan tövbe sözünü.
İnşallah diyerek verdim 
Menzilde.!

Rızkı olan gelir dağlar aşarak.
Çorba sırasına girer koşarak.
Suyu zemzemdir gelir çoşarak.
Şifasını buldu derdim 
Menzilde.!

Gelen kabul görür insan seçilmez.
Rengiyle ırkıyla hüküm biçilmez.
Garip diye hiçbir kuldan geçilmez.
Zengini fakiriyle birdim 
Menzilde.!

İnsan-ı kamildir varlıktan gaye.
Ona bende olmak en büyük paye.
Kademinden şeref alayım diye.
Nefsimi yoluna serdim 
Menzilde.!

Kimseye sorulmaz günahın nedir.
Yeterki doktora kalbini getir.
Allah de şeytanın işini bitir.
İhlas defterini dürdüm 
Menzilde.!

Huzurda eğilmiş edeple başlar.
Kabul için gözden dökülür yaşlar.
Feryadıma ortak olunca kuşlar.
Beraatim verildi hürdüm 
Menzilde.!

Ehli beyt gülleri açmış ne güzel.
Kokusu kendine has halleri güzel.
Mevla her birini seçmiş ezel.
Seyrederek sefa sürdüm 
Menzilde.!

(Burada Gavs-ı sani hazretlerini kastediyor.)

Gözü halka bakar gönlü mevlada.
Kalbi zikir çeker arşı alada.
Ruhu aşka dalmış kalu belada.
Rahmanın dostunu gördüm Menzilde.!

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.
52 Yorum