ABD'nin Küresel Hegemonyası

Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeni kurulurken, ABD'de yaşanan gelişmeler ve Dünya'ya etkisi...
ABD'nin Küresel Hegemonyası

ABD’nin Soğuk Savaş’tan galibiyetle çıkması, Yeni Dünya Düzeni’nin tek kutuplu bir sistem olacağı şeklinde yorumlandı.

Gerçekten de ABD, gerek askeri kapasite gerekse ekonomik büyüklük bakımından rakiplerinin çok ilerisindeydi. Öte yandan, enerjisini önemli ölçüde Soğuk Savaş’ın kazanılmasına harcayan ABD’de, dünya konjonktürüne de bağlı olarak ekonomik bir durgunluk yaşanıyordu. Bunun da etkisiyle, 1992’de yapılan başkanlık seçimlerinde, Soğuk Savaş’ı kazanan ve Körfez Savaşı’nda da başarılı olan Cumhuriyetçi Parti adayı Bush, Demokratların adayı Bill Clinton karşısında yenildi.

Clinton döneminde, ABD hegemonyasının sağlam temellere oturtularak güçlendirilmesi için önemli adımlar atıldı. BM gibi örgütlere ve çok taraflı yapılara atıf yapılarak ABD’nin dünyada barış ve istikrar için müttefiklerinin de ikna edilmesi yoluyla etkin politikalar yürütmesi anlayışı benimsendi. Clinton yönetiminin ekonomiye verdiği büyük önem çerçevesinde, serbest piyasa anlayışının geliştirilerek uluslararası pazarların genişletilmesi, enerji kaynaklarına ulaşımın güvenceye alınması ve Amerikan ekonomisinin büyümesi hedefleri gözetildi.

Askeri açıdan da ABD ordusu ve NATO’nun yeniden yapılandırılması gündeme alındı. 1990’lı yıllarda hazırlanan ulusal strateji belgelerinde, ABD gücünün caydırıcılık niteliğini korumak ve orduyu aynı anda iki bölgesel savaşı yürütüp kazanabilecek kapasiteye getirmek hedefi benimsendi.

Söz konusu belgelerde, sadece Rusya’nın ABD’yi zorlayabilecek bir askeri varlığı bulunduğu kabul edilmekle birlikte İran gibi bölgesel güçlerden algılanan tehdit de dikkate alındı. ABD’nin ekonomik ve askeri stratejisinin yanında yer alan siyasal hedefleri ise Yeni Dünya Düzeni’nin temel özelliklerini yansıtıyordu.

Buna göre, dünyada demokratik rejimlerin yaygınlaştırılması ve insan haklarının geliştirilmesi, ABD bakımından daha güvenli ve istikrarlı bir dünya yaratılması için gerekli sayıldı. Bu esaslara uymayan ya da uyma kapasitesinden yoksun devletler için “haydut devlet”(rogue states) kavramı geliştirildi.

Uluslararası ve bölgesel barış ve istikrarın yeniden tesisi için bu ülkelere gerektiğinde askeri müdahalede bulunulabileceği kabul edildi. Nitekim 1990’larda ABD, BM Güvenlik Konseyi’ni de olabildiğince devreye sokarak dünyanın çeşitli bölgelerinde birçok askeri müdahale gerçekleştirdi.

Clinton yönetiminin, çok-taraflılık, demokrasi, küreselleşme benzeri kavramlara atıf yapması, başta müttefik ülkeler olmak üzere dünya genelinde ABD üstünlüğüne yönelik bir genel kabul oluşturmak ve tüm tarafları memnun edecek bir sistem yaratma amacına yönelikti.

Böylece, Amerikan hegemonyası sağlam temeller üzerine inşa edilerek ABD’nin uluslararası alandaki pozisyonu korunacaktı. Nitekim Clinton döneminde ABD imajı dünya kamuoyu nezdinde çok olumlu seyretti. 2000 yılındaki tartışmalı seçimlerde başkanlığı kıl payı kazanan George W. Bush döneminde ise ABD neredeyse tam tersi bir sürece girdi.

Özellikle, 11 Eylül olayından sonraki süreçte ABD, tek-taraflı, diğer devletlerin rızasını eskisi kadar önemsemeyen daha sert bir dış politikaya yöneldi. ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargılama yetkisini reddetti, Kyoto Protokolü’nden ve Anti-Balistik Füze Anlaşması’ndan çekildi. Bu değişim, ABD’nin 1990’lar boyunca uluslararası kamuoyunda iyileşen imajını önemli ölçüde zedeledi.

Yeni-muhafazakârlar olarak adlandırılan grubun etkin olduğu Bush Yönetimi, teröre karşı savaş, şer ekseni vb. kavramlar çerçevesinde daha saldırgan bir dış politikaya yöneldi.

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.