Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog

Osman Çakmakçı bu kitabında konuşmanın imkansız olduğunu söyleyerek iki kişi arasında sürüp giden diyalog ile bunu tartışıyor. Konuşmanın imkansızlığından kastedilen karşımızdaki tarafından hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayacak olmamızdır.
Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog

Yazarın psikoloji okuduğu göz önünde bulundurulursa, insana has bir yetenek olan konuşmak ve bunun anlamı üzerinde durması, kitabın da teması olması için yeterli bir sebep sayılabilir. Aynı zamanda felsefe okuyan yazar bu konuyu felsefi bir boyuta da taşıyarak tartışmaya açmış oluyor.    

Kitap boyunca süren diyalogun oluşmasının sebebi, daha baskın olan karakterin konuştuğu kişiye konuşmanın aslında imkânsız olduğunu ve nedenini anlatmasıdır. Daha kitabın ilk cümlesiyle yazar bir tartışmayı açmış olur. İşte o cümle:  

“İki insan arasında konuşmanın imkânsız olduğuna inandığını sanıyordum. Ama baksana sen benimle söyleşmeyi istediğini söylüyorsun. Bu bir çelişki değil mi?”    

Baskın olan karakterimiz bu soruyu en iyi şekilde cevaplayarak karşılık veriyor. Bunun bir çelişki olmadığını çünkü konuşmanın iki kişinin karşılıklı olarak birbirlerini anlamalarıyla oluştuğunu söylüyor. Konuşmanın imkânsızlığı derken aslında iki insanın konuşmayı inşa etmek için gereken karşılıklı birbirini anlamayı gerçekleştiremeyeceklerinden bahsettiğini açıklıyor. Bunun nedeninin de herkesin sözcüklere kendi deneyimini yüklediğini ve bu yüzden de aslında aynı sözcüklerle konuşurken bile aynı sözcüklerle konuşmadıklarını söyleyerek açıklıyor. Ona göre konuşma sözcüklerle değil duyarlıkla oluşur, yani duyum ve duyguları anlayabilme yeteneğiyle.    

Buna şu örneği verirsek yazarın ne demeye çalıştığı daha iyi anlaşılacak diye düşünüyorum. Mesela masa dediğimde aklıma ilk olarak üzerinde yemek yenen nesne anlamının geldiğini düşünelim. Oysa belki de şu an karşımdaki kişilerden birinin aklına ilk olarak üzerine dirseğin dayandığı veya eşyanın koyulduğu nesne anlamı da gelmiş olabilir. Tutun ki herkesin aklına ilk olarak benim aklıma gelen üzerinde yemek yenen nesne anlamı gelmiş olsun. Bu durumda da konuşma yine imkansızdır çünkü karşımdaki açıklamadığı sürece ben onun aklından geçeni bilemeyeceğim. Zaten günlük yaşantımızda hiçbirimiz ben aslında masa derken şunu demek istedim demeyiz.

Bu çok somut bir örnek oldu. Mesela özgürlük kelimesini ele alalım. Özgürlük dediğimde aklıma ilk olarak mahkûmların algıladığı özgürlüğün geldiğini varsayalım. Oysa belki şu anda karşımdaki kişilerden biri özgürlük dediğimde aklına ilk olarak uçan bir kuşu ya da kütüphanede yüksek sesle konuşan birini getirmiş olabilir. Göreceli kavramlardan konuşmanın imkansızlığı daha çok ortaya çıkardığını düşünüyorum çünkü masa kelimesinden ne anladığımızı karşımızdakine somut şeylerle anlatabiliyoruz. Ama soyut kelimelerden ne anladığımızı anlatırken yine soyut bir kavramı anlattığımız için aklımızda oluşan şeyi karşımızdakine birebir geçirmek mümkün değil.

Benim verdiğim bu örneklere bir açıklama niteliğinde kitabın ilerleyen sayfalarında şu cümleyle karşılaştım:

 “Sözcükler önünde sonunda daha önce var olduğunu varsaydığımız ya da kendi aracılıklarıyla görünür kıldıklarını varsaydığımız anlamların taşıyıcılarıdır… Derler ya bir gösterileni gösterendir sözcük. Ama çoğu zaman gösteren gösterileni tam olarak gösteremez… Dil anlamı taşıyamaz, anlam dilden taşar.”    

Kelimeler varlıkları isimlendirme ihtiyacımızdan doğuyor biraz da. Bu da kendi anlamlandırdığımız bir dünyada kendi anlamlandırdığımız şeylerle oluşturduğumuz bir dilde konuştuğumuzu ortaya çıkarıyor ama biz bir nesneye ya da bir varlığa verdiğimiz ismi kullanırken belki de tam olarak anlatmaya çalıştığımızı veya anlamaya çalıştığımızı başaramıyoruz.

Her insanın farklı bir hayal dünyası olduğu için bir kelime farklı düşünceler yaratabiliyor. Örneğin rüyaları ele alalım. Hepimiz ilginç bir şey gördüğümüzde birine anlatma ihtiyacı duyarız. Biz son derece heyecanla neler gördüğümüzü anlatırken karşıdaki bizim heyecanımıza anlam veremez. Ne diye bu kadar heyecanlanıyor anlatırken, altı üst bir rüya diye düşünür ama başka bir gün farkında olmadan kendisi de aynı şeyi yapar. Rüyayı anlatanı anlamaz çünkü onun gördüklerini görmediği için rüyayı anlatanın onun hafızasında canlanmasını istediği şeyleri aynı şekilde hafızasında canlandıramaz. Yani ben bir rüya gördüğümde bu sadece bana özeldir. Hiç kimseye aynı şekilde anlatamam. Bu noktada rüya anlatma konuşmanın imkânsızlığını gösteren iyi örneklerden biri diye düşünüyorum.    

konusmanın imkansızlığı üzerine bir diyalog

Yazarın açıkladığı ve ilgimi çeken bir diğer şey şu:  

“Konuşmak insanın kendini yenmesidir(egoyu çatlatmak).    

Anlamak anladığımıza yenilmektir(anladığımız insanın gerisine düşmek).”    

İşte bu yüzden de konuşmak aslında tehlikeli bir girişimdir der. Doğru, çünkü konuşan insan kendisini açan ve aynı zamanda zayıf yönlerini de ele veren insandır. Ancak yazarın da dediği gibi özgürlüğün oluşabilmesi için en az bir kişi gereklidir, yoksa neden özgürlükten bahsedilsin ki. Bu yüzden de herkes özgürlüğü için aslında konuşmaya ve böylece özgürlüğünden bir parça vermeye mecburdur. Diyebilirsiniz ki biri yalan söyler ve böylece konuştuğu halde zayıflıklarını ele vermemiş olur. Peki, yalan söylemek de bir zayıflık değil midir aslında ve şüphe de bir zafer olmaz mı bu durumda?    

"Konuşmak imkânsızdır, bu kesin ama işte bunun için konuşmak gerekir.”

Konuşmanın imkânsızlığının yanında kitaba ikinci bir boyut kazandıran bir diğer tartışma konusu da, insanların gerçeği nasıl algıladığı ve bunu anlatmaya çalışırken sanatın buradaki rolünün nasıl algılanabileceğidir. Burada yazar mantığın kekeme, sanatın konuşabilir olduğunu vurguluyor. Düşünecek olursak mantık gerçekliği tanımlamakta gereklidir ama akıl sınırlarıyla çizildiği için sanat bu noktada asıl anlatandır. Çünkü duyguları da barındırdığı için sanat anlamın kendisidir. Sonuçta hiçbirimiz bir bilgisayar programı değiliz. Hepimiz o meşhur soruyu soruyoruz: So what?    

Yani yaşayabilmek için sadece mantıkla kavranan saf ve doğru gerçeklere değil duygulara da ihtiyacımız var. Nasıl ki matematik bizim için gerekliyse, örneğin 2+2’ nin 4 ettiğini biliyorsak ve bu bizi rasyonel yapıyorsa; neden cevabın 5 olmadığı veya beş ‘denmediği’ sorusu da bizi insan yapıyor.    

Bütün bunları düşünecek olursak sanat bize hem kendimizi hem de karşımızdakinin ne düşündüğünü anlayabilmek için bir nebze de olsa yardımcı oluyor, bize bir bakıma empati yapmayı öğretiyor. Böylece karşımızdakinin aklında canlananları bir nebze olsun hayal etmemizi sağlıyor. Bahsettiğimiz rüya örneğini devam ettirecek olursak, bize rüyasını anlatandan çok filminde gösteren bir yönetmen, o rüyayı hayal edebilmemize daha çok yardımcı olur.    

Sanat konusunda yeni bir noktaya değinen yazar sanatın zamanı yumuşattığını ve yaşamın ancak kısıtlanabildiği ölçüde zenginleştiğini söylüyor. Sanat hayatlarımızın sonlu olduğunu bize hatırlatır. Nasıl ki günlük yaşantımız hep aynı şeylerden meydana geliyor (uyanmak, yemek yemek, konuşmak, uyumak vb.) ve bu tekdüzelik aslında bir sonumuzun olduğunu bize çoğu zaman unutturuyor, bu ölçüde sanat zamanı adeta elle şekil verilebilen bir şeymiş gibi yumuşatarak bizi düşünmeye ve paylaşmaya sevk ediyor. Böylece insanlar sosyolojide çok bahsedilen kent hayatının getirdiği birincil ilişkilerden uzaklaşmanın tam tersini gerçekleştirerek bir araya geliyor. Böylece bir arada olmanın da aslında özgürlük olabileceğini anlamış oluyor. (Yaşamımızın sonlu olduğunu hatırlayarak uyuşuk günler geçirmeme özgürlüğü.)    

Yazımın sonuna doğru kitabın son paragrafını olduğu gibi yazıyorum:    

“Ben konuşmayı, konuşabiliyorsam eğer, deniyorsam bunu, bir umutsuzluk içinde olduğum içindir bu ve ben bu umutsuzluk bilincine, hepimizin öyle ya da böyle bir tutsak olduğumuz, mahkûm olduğumuz bilincine başka insanların hayatlarını yaşamaya çalışarak erdim. Başka hayatları yaşamak bana kendi hayatımı verdi. Ama bu hayat işte her hayat gibi kırık değil midir? Öyle elbet. Başkası imkânsız. Zamanın akışını yumuşatmak! Böylece başkalarıyla, tüm varlıklarla konuşmaya çabalamak.

Genişlemek.    

Konuşmak imkânsızdır, bu kesin.    

Ama işte bunun için konuşmak gerekir.”

Damla DAĞ / NeOldu.com

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.