Uluslararası Davalar Işığında Ege Denizi Sorunu (Adalar) ve Çözüm Önerileri

Çalışmamızda Türkiye Yunanistan arasındaki egemenliği belirlenmemiş adalar, karasuları, kıta sahanlığı uyuşmazlığının Uluslararası Adalet Divanı kararları ışığında incelenmiştir.
Uluslararası Davalar Işığında Ege Denizi Sorunu (Adalar) ve Çözüm Önerileri

GİRİŞ

            Ege Denizi Türkiye’nin batı ucunda bulunan bir iç deniz niteliğinde olan ve bünyesinde birçok ada barındıran bir denizdir. Türkiye’nin karşı kıyısındaki komşusu Yunanistan’ın Türkiye kıyılarına çok yakın adalar üzerinde egemenliğe sahip olması nedeniye Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi’nde bazı anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Bu uyuşmazlıkları genel olarak kıta sahanlığı uyuşmazlığı, karasuları uyuşmazlığı ve devredilmemiş adaların egemenliği uyuşmazlığı olarak nitelendirebiliriz. Çalışmamızda bu uyuşmazlıklar incelenecektir.

 

1. Egemenliği Devredilmiş Adalar

            Ege Denizi’nde ki egemenliği devredilmemiş yaşamada pek elverişli olmayan 150ye yakın ada-adacık, kaya-kayalık bulunmaktadır. Kardak kayalıkları krizi ile bu sorun ateşlenmiş, ve iki ülke neredeyse savaşın eşiğine gelmiştir. Çalışmamızda adaların geçmişten bugüne durumu incelenecektir.

            Girit Adası’nın 1669 yılında Osmanlı ülkesine dâhil edilmesiyle, daha önce Cenevizliler, Venedikliler ve şövalyelerin elinde bulunan Ege adalarının tamamı, Osmanlı egemenliğine girmiş ve bölgede sahipsiz ülke kalmamıştır. Adalar üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti, Yunanistan’ın bağımsızlığının Osmanlı Devleti’nce kabul edildiği 24 Nisan 1830’a kadar kesintisiz devam etmiştir. Bu hâkimiyet, kurulduğu dönemin hukuk kurallarına da tamamen uygun ve tartışmasızdır. 24 Nisan 1830’da Ege’nin batısında yer alan Kuzey Sporat ve Kiklat adaları üzerindeki Yunan egemenliği tanınmış olup, bu adalar egemenlik ihtilafının dışındadır. Buna karşılık, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğuna göre, Kiklat ve Kuzey Sporat adaları dışında kalan diğer Ege adalarının antlaşmalarla Yunanistan’a devredilenler hariç , Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal ettiği bilinmektedir. Bu durum bahse konu coğrafi formasyonlar üzerindeki egemenlik haklarımızın esasını teşkil eder. Bu nedenle, Lozan Barış Antlaşması’ndan sonraki devlet tasarruflarını dikkate almaksızın, bugün Yunanistan’a ait olan adalar, ancak Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye Cumhuriyeti hâkimiyetinden uluslararası hukuka uygun olarak Yunanistan ve İtalya’ya devredilen adalardır. (Kaynar, 2017, s. 97)

            Ege Denizi’nde Türkiye’nin egemenlik sınırlarını ilgilendiren temel sorun, bu denizde hükümranlık sınırlarını belirleyen antlaşmalarda adları belirtilen ve egemenlik devrinde mutabık kalınan adalar dışında kalan ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Yunanistan’ın egemenlik iddiasında bulunmasıdır. Tarih sırasıyla bu uluslararası antlaşmalar şunlardır; 18 Ekim 1912 Uşi Barış Antlaşması, 17/30 Mayıs Londra Antlaşması, 1/14 Kasım 1913 Atina Antlaşması, 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan Hükümeti’ne tebliğ edilen Altı Büyük Devlet Kararı, 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması, 10 Şubat 1947 Paris İtalyan Barış Antlaşması. Buna göre, Türkiye’nin Ege’de uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a devretmediği ve halen egemenliğinde olan ada, adacık, kayalıklar hakkındaki hukuki dayanağı, Lozan Barış Antlaşması’nda yer alan 12, 15 ve 16 ncı maddelerdir. Lozan Barış Adlaşması’nın 15 inci maddesi ile ismen sayılan Menteşe Adaları ve bunlara “bağlı” adacıklar ile Meis Adası İtalya’ya devredilmiştir. İtalya ise, daha sonra 1947 yılında Paris Barış Antlaşmasının 14 üncü maddesi hükmünce, Meis dâhil 14 ada ve “bitişik” adacıkların egemenliğini Yunanistan’a devretmiştir. Ancak sözü edilen “bitişik adacıkların” hangileri olduğu ne antlaşma metninde, ne de ekli haritalarında somut olarak belirtilmemiştir. (Kaynar, 2017, s. 97)

            Bu bağlamda, Türkiye Lozan 16. madde ile tüm adalar üzerindeki haklarından vazgeçmiş değildir. Bu maddedeki hüküm, Türkiye’nin sahillerinden itibaren 3 deniz milinin dışında kalan bütün ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki haklarından vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Keza Türkiye’nin üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçtiği adalar, ismen belirtilerek İtalya’ya verilen adalar ile 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan işgali altında olan ve ismen sayılarak Yunanistan’a verilen adalardan ibarettir. Bunlar dışında kalan diğer adalarda Türk egemenliği devam etmektedir. Uluslararası hukuka göre, İtalya egemenliğine terk edilen adaların açıkça -yani ismen- belirtilmesi zorunludur; zira bu Türkiye’nin egemenlik haklarından vazgeçmesidir, egemenlik haklarının devridir. Türkiye’ye ait adalarının ise, açıkça belirtilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır; çünkü bunlar zaten Türkiye’nin egemenliğinde olan/kalan adalardır. Bir egemenlik devri söz konusu değildir. (Kaynar, 2017, s. 98)

                        Yunanistan Türkiye’nin 18 adasını işgal etmiş bulunmaktadır.  Türkiye 2004 yılından bu yana Avrupa Birliği müzakerelerini yürütttüğü için Yunanistan’ın bu işgaline karşı harekete geçmemiştir.

1.1. Yunanistan'ın Adalardaki Faaliyetlerinin Amacı

            Yunanistan 18 adamızı işgal etmiştir. İşgal ettiği bu adaları üst düzey askeri görevlilerle ziyaret ettiğini basından öğrenmekteyiz. Yunan genel kurmay başkanı ve Yunan savunma bakanı Eşek adasından basına fotoğraflar paylaşmışlardır. (Serdar, 2018)

            Yunan Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı 31 Aralık 2008 günü Türk hava sahasını ihlal ederek Aydın, Bulamaç Adası’na helikopterle inmiştir. Yunan askeri heyetin egemenliğimizdeki Bulamaç Adası’na helikopterle inmesi tartışıla dursun, Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulyas 06 Ocak 2009’da Aydın il sınırları içinde bulunan Eşek Adası’na gelerek Yunanlı Belediye Başkanını ziyaret etmesi kafaları iyice karıştırmıştır. (Serdar, 2018)

            Bulamaç ve Eşek Adalarında yaşanan krizin ardından, MSB Eski Genel Sekreteri Albay Ümit Yalım’ın da katıldığı inceleme neticesinde; Ekim-Kasım 2004’den itibaren bu adalarda inşaat faaliyetlerinin başladığı, iskâna açıldığı, sivil nüfus taşındığı, belediye, polis ve ilk yardım teşkilatlarının kurulduğu, adalara Yunan bayrağı çekildiği, silahlı asker, araç, gereç ve hücumbot yerleştirildiği belirlenmiştir. (Serdar, 2018)

            İşgal iddiaları karşısında beklenen ilk açıklama TBMM Genel Kurulu’nun 26 Mart 2015 tarihli toplantısında dönemin Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’dan gelmiştir. Yılmaz anılan adaların fiili olarak Yunan işgali altında olduğunu itiraf etmiştir. TRT bile 26 Aralık 2012 tarihinde, “16 Ada Yunanistan’a geçti” haberini vermiştir. (Serdar, 2018)

            Ardıçcık Adası’na 11 Şubat 2016’da bu sefer Yunan helikopterinin düşmesi ile işgalin var olduğunu anladık. Hayatını kaybeden altı Yunan subayı için söz konusu adada 09 Mart 2016 günü Yunanlı Bakan, Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın iştiraki icra edilen anma töreni gerçekleştirilmiş ve basına fotoğraflar servis edilmiştir. (Serdar, 2018)

            Yukarıda detaylıca örneklendirdiğimiz gibi Yunanistan Türkiye’ye ait birçok adayı işgal etmiştir. Bu fiili zorbalığı uluslararası hukuka göre yasal hale getirebilmek için uluslararası hukukta ülke kazanım yollarından olan İşgal ilkesinin şartlarını yerine getirmeye çalışmaktadır. İşgal ile ülke kazanmanın en temel şartı işgal edilen toprak üzerinde etkin kontrol sağlamak olacaktır. Nitelim uluslararası hukukta Palmas Adası davası bu konunun genel çerçevesini çizmesi bakımından çok önemlidir. Yunanistan yetkililerinin de yapmak istediği işgal ettikleri adalar üzerinde etkin kontrol kurmak ve bunları delillendirmektir.  Türkiye devletinin bu tutum karşısında tepkisiz kalması ileride uluslararası mahkemede veya bir hakemlik tarafından bir yargılanma söz konusu olduğunda adaların Yunanistan’a devredilme ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır.

2. Kara Suları

            Kara suları, devletin kara ülkesi veya iç sularının dış sınırından itibaren açık denize doğru, devletin kendi milli mevzuatına dayanarak milletlerarası hukukun kabul ettiği belirli bir genişlikteki deniz alanıdır. Bir başka deyişle kara suları, devletin sahilleri veya iç sularının dış sınırı (normal esas çizgi veya düz esas çizgi) ile açık deniz arasında belirli genişlikteki bir deniz alanını ifade eder. Dolayısıyla kara suları kavramı coğrafi bir kavram olmaktan çok hukuki bir kavramdır. Kara suları iç sularla birlikte devletin deniz ülkesini oluşturur. (Karapınar, 2015, s. 16)

            Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 2. Maddesine göre “kara suları”; kar ülkesinin ve iç sularının ve bir takımada devleti olması halinde takımada sularının ötesinde kıyısına bitişik ve kara suları olarak tarif edile bir deniz kuşağını kapsar. Sözleşmenin 3. Maddesinde her devletin kara sularının genişliğini tespit etme hakkına sahip olduğu belirtilirken, bu alanın tespit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini aşmayan genişlikte olması gerektiği öngörülmüştür. (Karapınar, 2015, s. 17)

            Sözleşmenin 300. maddesi, devletlerin sözleşmeden kaynaklı yükümlülüklerini iyi niyet (nısfet) çerçevesinde yerine getirmek durumunda olduğunu ve yine sözleşmeden kaynaklı hak, içtihat ve özgürlüklerini hakların suistimaline mahal vermeyecek şekilde (hakkaniyete uygun bir şekilde) kullanabileceğini öngörmektedir.

            1982 BMDHS’ne göre kara sularının hukuki statüsü gereğince kıyı devleti, bu sularda ve üzerindeki hava sahasında geniş yetkilerle donatılmıştır. Kıyı devletinin kara sularında egemenliği kara suların deniz yatağını ve toprak altını ve aynı zamanda üzerindeki hava sahasını da kapsar. Kıyı devleti kara sularına sahip olmakla bu yetkisini ilana tabi olmaksızın kullanabildiği belirtilmektedir. (Karapınar, 2015, s. 17)

            Kara suları devletin egemenliğine tabi deniz alanları içerisinde yer almakla birlikte, açık denizlerin serbestliği ilkesi çerçevesinde deniz seyrüseferlerinin kesintisiz gerçekleştirilebilmesi için kıyı devletinin bu alanlardaki yetkilerine birtakım sınırlar getirilmiştir. Bu sınırlamalardan en önemlisi “zararsız geçiş” hakkıdır. BMDHS’nin 17. Maddesine göre sahili bulunsun veya bulunmasın, bütün devletlerin gemileri, sahildar devletin barışına, düzenine veya güvenliğine zarar vermeden kara sularından zararsız geçiş hakkından yararlanırlar. Ayrıca, sahildar devletin gemiler üzerindeki yargılama hakkında da bazı kısıtlamalar yapılmıştır. Milletlerarası hukukun getirdiği bu kısıtlamalar dışında sahildar devletin egemenliği tamdır. (Karapınar, 2015, s. 18)

2.1. Karasularının Sınırlandırılması

            Uluslararası hukukta deniz alanlarının sınırlandırılması, özellikle dar deniz alanlarında, yan yana ya da karşılıklı kıyıdaş devletlerin, bu alanlardaki hak iddialarının çatışmasından ileri gelir. Karşılıklı kıyılarda, karasularının dış sınırına yakın bir mesafede başka bir devletin ülkesi varsa karasularının sınırlandırılması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.    Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde (BMDHS/Sözleşme) karasularının sınırlandırılması konusu, 15. maddede düzenlenmiştir. Söz konusu madde, köklerini, 1958 Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi’nin 12. maddesinden alır.          

            BMDHS’nin 15. maddesi uyarınca: “İki devletin sahilleri bitişik ya da karşılıklı olduğunda aralarında aksine bir andlaşma olmadıkça, bu devletlerden ne birinin ne de diğerinin kendi karasularını, bütün noktaları, bu iki devletin her birinin karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatların en yakın noktalarından eşit uzaklıkta bulunan orta hattın ötesine uzatmaya hakkı yoktur. Bununla beraber bu hüküm, tarihi hakların veya diğer özel durumların varlığı nedeniyle her iki devletin karasularının başka bir şekilde sınırlandırılmasının gerekli olduğu durumlarda uygulanmaz.”

            Ege denizi yarı kapalı bir denizdir. Ve  Türkiye’nin BMDHS müzakerelerinde ifade ettiği üzere,  yarı kapalı denizlere uygulanacak hükümler anılan özleşmenin 122. ve 123. maddeleriyle tespit edilmiş ve anılan sözleşmenin 122. maddesinde yarı kapalı denizler tanımlandıktan sonra 123. maddede de kapalı veya yarı kapalı bir denize sahildar olan devletlerin, Sözleşme gereğince kendilerine ait olan hakların kullanılmasında ve yükümlülüklerin yerine getirilmesinde aralarında işbirliğinde bulunmalıdırlar denilmekte iken, Yunanistan’ın tek taraflı irade beyanıyla ve bir anlamda oldu bitti şeklinde uygulamaya koymayı planladığı tezlerinin Yunanistan tarafından ısrarla savunulan bahse konu sözleşmeyi anılan 300. madde’nin  yanısıra bu yönüyle de ihlal ettiği aşikardır. (Arı, 1995, s. 57)

2.1.1. Türkiye Yunanistan Arasındaki Karasuların Durumu

            Ege’de tarafların karasularının durumunun  kısa bir tarihçesi çıkarılmak istenildiğinde, aşağıda kayıtlı hususlar görülebilecektir. Buna göre, Türkiye ve Yunanistan, Lozan Antlaşması itibarı ile karasularını Ege’de 3 mil olarak belirlemiş iken, Yunanistan 17 Eylül 1936 tarih ve 230 sayılı olağanüstü durum yasası ile kara sularını 6 mile genişletmiştir (Arı, 1995, s. 55).

            Yunanistan, 1982 tarihli BMDHS’yi, 16 Kasım 1994 tarihinde onaylayarak yürürlüğe sokmak istemiş ve 1 Haziran 1995'te Yunan parlamentosu tarafından anılan sözleşme onaylanmıştır. Fakat Yunanistan, zaruret olmadıkça karasularını 12 mile çıkarmama hususunda Birleşmiş Milletler (BM) ve NATO'ya güvence vermiş olup, Buna karşılık TBMM, 8 Haziran 1995'te, Yunanistan'ın bu tutumuna yönelik olası gelişmelerde hareket serbestliği sağlaması için hükümete askeri güç de dahil olmak üzere gerekli tedbirleri alma konusunda tam yetki vermiş ve böylece bu durumu savaş sebebi (casus belli) sayacağını ilan etmiştir (Arı, 1995).

            Buna göre, Ege’nin birçok yerinde Anadolu Yarımadası ile Yunan adaları arasında 2-3 deniz milinden fazla bir mesafe bulunmamakta olup, BMDHS’ye istinaden adaların da karasularının bulunduğu düşünüldüğünde, 12 deniz mili uzunluğundaki karasuları genişliğine dayalı Yunan Tezi’nin kabulü durumunda, Anadolu’nun Ege Denizi kıyısının iki nokta dışında Yunan Adaları’nın kara suları ile çevrilmesi sonucunun doğacağı aşikardır. Bu durumda, açık deniz sahaları yok denecek kadar azalacak, Ege Denizi’nin tümüne yakın kaynakları Yunanistan’a kalacak, Türk Deniz Kuvvetleri’nin Ege’den Akdeniz’e geçişi imkansızlaşacak, Türk ticaret gemilerinin ise Yunanistan’dan izin almaksızın Ege’ye çıkması mümkün olmayacaktır. Özetle, Türkiye’nin batı kıyılarından açık denizlere çıkması olanaksız hale gelecektir. (Ertürk, 2007, s. 108)      

2.1. 2.  Türkiye ve Yunanistan’ın Ege Denizi Karasuları Hakkında İddiaları ve Uluslararası  Yargı Kararları Işığında Değerlendirme

            Yukarıda detaylı olarak incelediğimiz üzere Ege Denizi’in de sayıları binlerle ifade edilen adalar bulunmaktadır. Bu adalardan Yunanistan egemenliğinde olan ancak Türkiye kıyılarına çok yakın olanları da vardır. Bu sebeplerle Ege Denizi özel durum oluşturmaktadır ve genel ilkeler Ege Denizi için uygulanamamaktadır.Yunanistan tıpkı kıta sahanlığı sorununda olduğu gibi bazı tezler ileri sürmektedir.

2.1.2.1. Adaların 12 Mil Karasuyuna Sahip Olduğu İddiası

            Yunanistan egemenliği etkisi altında olan bütün adaların 12 mil karasularına sahipolduğunu iddia etmektedir. Bu hakkını da B.M.D.H.S ne dayandırmaktadır.

            Türkiye 12 mil hükmünden dolayı BMDHS’ye taraf olmamış ve bu hükmün kendisine karşı uygulanmasına baştan beri açıkça ve tutarlı bir biçimde itiraz etmiştir. Bu sebeple, anılan sözleşmenin, içindeki hükümler bir uluslararası norm mahiyeti kazansa dahi Türkiye’ye karşı tezlerin savunmasında argüman olarak kullanılması hukuken mümkün değildir. (Arı, 1995)

            Devletler arası uygulamada, karasuları sınırlandırmasında adalara hiç etki tanınmayan  ya  da  sınırlı  etki  tanınan  çok  sayıda  örnek  mevcuttur.  Örneğin Çin ve Hong Kong İngiliz İdaresi arasında 1899 yılında yapılan sınırlandırma anlaşmasında,  İngiliz  egemenliğinde  bulunan  ancak  Çin  kıyılarına  çok  yakın olan  Lan  Tao  Adası’na;  orta  hattın  doğru  tarafında  yer  almasına  rağmen Danimarka  ile  İsveç  arasında  1930  yılında  imzalanan  andlaşmada  Ven Adası’na; Arjantin ile Uruguay arasındaki 1973 tarihli andlaşmada orta hattın ters tarafındaki Martin Garcia Adası’na etki tanınmadığı, SSCB ile Finlandiya ve Avustralya ile Papua Yeni Gine arasındaki andlaşmalar da ise çeşitli adalara sınırlı etki tanındığı görülmektedir. (Pazarcı, Ege Denizindeki Türk-Yunan Sorunlarının Hukuki Yönü, 1990)

            Uluslararası  yargı  kararlarında  da  karasuları  sınırlandırmasında  adaların etkisine  ilişkin  tespitler  mevcuttur.  UAD,  Bahreyn  ile  Katar  arasındaki uyuşmazlığa  ilişkin  kararında,  iki  devlet  arasında  orta  hattın  yakınlarında yer  alan  ve  Bahreyn’e  ait  olan  Qit’at  Jaradah  Adası’nı,  esas  nokta  olarak alınırsa,  yüzölçümü  bakımından  küçük  ve  insanların  yaşamasına  elverişsiz bir yapıda olan “önemsiz bir deniz unsuru” na orantısız bir etki tanınacağını belirtmek suretiyle sınırlandırmada ihmal etmiştir. (Maritime Delimitation and Territorial Questions between Qatar and Bahrain, 2001) Kamerun  ve  Nijerya  arasındaki  davada,  UAD, Kamerun’a ait Akwabana Adası ile Nijerya ana karasından yaptığı karasuları sınırlandırmasında,  eşit  uzaklık  ilkesini  uygulamamış,  söz  konusu  adaya Nijerya  ana  karasından  daha  az  bir  karasuları  alanı  bırakmıştır. (Bayıllıoğlu, 2011, s. 2047)

            Yukarıda açıkladığımız üzere Yunanistan’ın tutumu uluslararası hukuka tamamen aykırıdır. Adaların 12 mil karasuyuna sahip olması hukuken mümkün değildir. İnsan yaşamına elverişsiz adaların karasularına sahip olmaması gerekir. İnsan yaşamı olan adalarda sınırlı düzeyde karasuyu hakkı verilebilir.

Şekil:6

Ege’de 12 Mil Karasuyuna Göre Harita

Şekil:7

Ege’de 6 Mil Karasuyuna Göre Harita

2.1.2.2 Yunanistan’ın Karasuyu Mesafesini İç Hukukuna Göre Belirleyebileceğini İddia Etmesi

            Yunanistan karasuları mesafesini kendi iç hukukuna göre belirleyebileceğini iddia etmektedir. Bahse konu teze karşı geliştirilen Türk (karşı) tezi ise, devletlerin karasularının genişliğini belirlemedeki egemenlik haklarının sınırsız olmadığına, anılan hakların, objektif surette, hakkaniyete ve nısfete dayalı şekilde kullanılması gerektiğine dayanmaktadır. Zira yukarıda değinildiği üzere, Yunanistan’ın bahse konu tezinin kabulü durumunda, Ege Denizi bir “Yunan Gölü” haline gelecek ve Türkiye’nin milli menfaatleri haleldar kılınacaktır. Bu suretle de, hakkın Türkiye aleyhine kullanılması durumu söz konusu olacaktır. Bunun yanı sıra, Yunanistan’ın sorunu bir iç hukuk meselesi olarak görmeye hakkı bulunmamaktadır, zira deniz alanlarının sınırlandırılmasının her zaman uluslararası yönü vardır ve bahse konu sınırlandırmaların üçüncü devletler bakımından etkisi uluslararası hukukun konusudur. (Arı, 1995)

            Ayrıca bu konuya örnek teşkil edebilecek Uluslar Arası Adalet Divanının kararları vardır. Uluslararası  Adalet  Divanı  (UAD),  İngiltere-Norveç  balıkçılık  davasında deniz  alanlarının  sınırlandırılmasının  her  zaman  bir  uluslararası  yönü olduğunu  ve  sınırlandırmanın  üçüncü  devletler  bakımından  geçerliliğinin, uluslararası hukuku ilgilendirdiğini belirtmiş; Maine Körfezi Davasında, deniz alanlarının  sınırlandırılmasının  tek  taraflı  olarak  yapılamayacağını,  böyle  bir sınırlandırmanın  andlaşma  ile  gerçekleştirilebileceğini  ifade  etmiştir. Aynı  davada,  Divan,  deniz  alanlarına  ilişkin  sınırlandırmanın,  tarafların  iyi  niyetle ve  sınırlandırmayı  gerçekleştirmek  için  olumlu  bir  sonuca  varmak  üzere anlamlı  müzakerelerde  bulunması  gerektiğini  bildirmiş;  bu  müzakereler  neticesinde  sonuca  ulaşılamazsa,  sınırlandırma  için  üçüncü  taraf  çözümüne başvurulması  gerektiğini  ifade  etmiştir. (Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area, 1984, s. 112)

            Yukarıda detaylı olarak incelediğimiz üzere Ege Denizi gibi özel durumları var olan denizlerde karasuları sınırlandırması yapılırken tek başına bir devletin karar alması mümkün değildir. Alacağı kararla başka bir devletin egemenlik haklarını ihlal edebilir. Uluslararası Adalet Divanı bu konuda vermiş olduğu çeşitli kararlarda konunun uluslararası bir yönünün olduğunu en başta anlaşma ile çözülmesi gerektiğini ifade etmiştir. Türkiye Yunanistan arasındaki Ege Denizi Karasuları Uyuşmazlığının çözümünde öncelikle iki tarafın anlaşması ve ortak bir zeminde buluşması gerekmektedir.

2.1.2.3 Yunanistan’ın Ülkesel Bütünsellik İddiası

             Yunanistan adaların ülkesinin bir parçası olduğunu ve tıpkı anakara gibi haklara sahip olduğunu iddia etmektedir.  Ayrıca Yunanistan takımada devleti olduğunu ve kendi ülkesinin sahip olduğu suların arasına başka devletin sularının bulunmaması gerektiğini savunmaktadır.

            Bahse konu teze karşı geliştirilen Türk (karşı) tezi ise, takımada ilkelerinin Ege’de uygulanmasının mümkün olmadığını, Yunanistan gibi ada ülkesi yanında kıta ülkesine de sahip devletlerin bu ilkeleri uygulayarak deniz alanlarını saptama hakkının bulunmadığını, anakaraya sahip olan ve ülkesi sadece adalardan meydana gelmeyen Yunanistan’ın takımada statüsünden yararlanma talebinin uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunmaktadır. (Toluner, 2004, s. 19-20)

 

3. Kıta Sahanlığı

            Coğrafi bir kavram olan kıta sahanlığı, kara ülkesinin denizin altında süren doğal uzantısını;  hukuki olarak ise, karasularının ötesinde başlayıp belirli bir uzaklık ve derinliğe kadar giden deniz tabanı ve toprak altını ifade etmektedir. Kıta sahanlığı, 200 mil genişlik ilkesinin uygulanamadığı dar denizlerde hakça ilkelere göre sınırlanan, diğer denizlerde 200 mile kadar olan, yöresi kıyı devletinin doğal kaynaklarının aranması ve işletilmesi ile sınırlı egemenliğine tabi olan,  güvenlik, ulaşım ve canlı kaynaklardan yararlanma açısından üzerindeki su kütlesi açık deniz statüsüne tabi bulunan, kıtaların kıyı çizgisi ile deniz dibine inen dik meyil arasındaki nispeten yumuşak meyilli doğal uzantısıdır. (Ergüven, 1982, s. 10)

            XX. yüzyılın ilk yıllarında, teknolojinin gelişmesiyle birlikte karasularının ötesinde bulunan deniz yatağı ve toprak altının keşfi ve işletilmesi ile ilgili faaliyetlerde (özellikle petrol ve doğalgaz) artış olmuştur. Kıta sahanlığı ile alakalı hukuki gelişmelerin ortaya çıkması A.B.D başkanı Truman’ın bildirisi ile başlamıştır. Devamında 1958 Cenevre Deniz Hukuku Konferansı ile ikinci aşamaya geçilmiş ve 1958 Deniz Hukuku Sözleşmesi İmzalanmıştır. Daha sonra 1982 Yılına gelindiğinde Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşme oldukça teferruatlıdır ve içerisinde kıta sahanlığı ile ilgili düzenlemeleri de bulundurur.

 

Şekil:1

(B.M.D.H.S. kıta sahanlığı kesiti)

 Kaynak:(Doğru, 2003, s. 141)

3.1 Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması

Bir deniz alanının sınırlandırılması üç şekilde yapılabilir.

i) iç sınır

ii) dış ön sınır

iii) yan sınır

             Kıta sahanlığının iç sınırlandırılmasında her hangi bir zorluk ve sorun yoktur. İç sınır devletin karasularının bittiği noktanın izdüşümü deniz tabanına düştüğü noktadır. Kıta sahanlığının dış ve yan sınırının sınırlandırılmasında bir komşu devletin varlığı söz konusu olmaktadır ve bu noktada sınırlandırılmasının nasıl yapılacağı öncelikle iki devlet arasındaki anlaşmaya eğer bir anlaşma yapılamıyorsa sorunun hangi kurallarla çözüleceğine bakılmalıdır.

            B.M.D.H.S nin sınırlandırmaya dair hükmü anlaşmanın 83. Maddesinde yer almıştır. 1. Antlaşma metnini incelediğimizde öncelikle iki devletin anlaşmasından ve hakça bir çözüme ulaşması ele alınmıştır.

            Hakça ilkeler uygulanarak uluslararası hakemlik ve yargı kararlarına göre kıta sahanlığının sınırlandırılması bütün ilgili koşulların değerlendirilmesi ve yorumlanması sonucunda oluşmaktadır. Burada asıl önemli olan hakça bir sonuca ulaşmaktır. Her deniz alanının sınırlandırılması özgündür, her olayın kendisine ait bir niteliği vardır. Dolayısıyla hakça ilkelerin her olaya ayrı ayrı uygulanabilecek esnek bir yapısının olması gerekmektedir. (Toluner, 2004, s. 48)

            Uygulamada ve mahkeme kararlarında kıta sahanlığı sınırlamalarına ilişkin olarak üzerinde durulan konular şunlardır:

  • Jeolojik öğeler
  • Coğrafi öğeler
  • Bölgede saptanmış başka sınırların varlığı
  • Devletlerin yaşamsal çıkarları
  • Sınırlandırılacak olan ülkenin hukuksal statüsü
  • Tarihsel hakların varlığı

3.2 Türkiye Yunanistan Arasındaki Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı

            1973 yılında Ege denizindeki petrol arama faaliyetlerinin sonucunda taraflar arasında ilk sorun ortaya çıkmıştır. Tarafların karşılıklı verdikleri petrol arama lisansları bu krizi büyütmüştür, iki devlette birbirine nota vermiş ancak bir anlaşmaya varılamamıştır. Yunanistan meseleyi U.A.D’na tek taraflı olarak taşımıştır. Daha sonra 1987 yılında yine bir bunalım ortaya çıkmış ve bir çözüm üretilememiştir. Son olarak 1996 Kardak kayalıkları krizi çıkmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege Denizi kıta sahanlığı problemi devam etmektedir.

            Türkiye Yunanistan arasındaki Ege Denizi kıta sahanlığı sorununu iki ayrı noktada ele almamız gerekmektedir. Birincisi Ege Denizindeki kıta sahanlığının nasıl sınırlandırılacağı diğeri ise uyuşmazlığın nasıl çözüleceğidir. Çalışmamızda iki konuda ele alınacaktır.

3.2.1 Yunanistan’ın Ege Denizi Kıta Sahanlığı Konusundaki Tezleri

3.2.1.1 Yunanistan’ın Usule İlişkin Tezleri

            Yunanistan, Türkiye ile arasındaki uyuşmazlığın U.A.D na gidilerek çözülmesini istemektedir. Yunanistan Türkiye ile arasındaki problemin bir kıta sahanlığı sınırlandırması olduğunu ve daha önce Türkiye’nin Brüksel Bildiri’sinde taahhüt ettiği üzere U.A.D na götürmek istemektedir.

3.2.1.2 Yunanistan’ın Esasa İlişkin Tezleri Siyasal ve Ülkesel Bütünlük İlkesi

            Yunanistan, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ne dayandırdığı bu konudaki tezini, kıta sahanlığı sorunu ilk ortaya çıktığında Türkiye’ye verdiği 7 Şubat 1974 tarihli notasında ortaya koymuştur. Buna göre Ege Denizi’nde Anadolu kıyılarına yakın konumda bulunan Yunan adaları Yunanistan ülkesinin bir parçasıdır ve tıpkı anakara üzerindeki haklara sahiptir ve kıta sahanlığı bu unsurlar göz önünde bulundurularak hesaplanmalıdır. (The Aegean Sea Continental Shelf Case (Greece v. Turkey), 1978, s. 80)

            Yunanistan bu görüşünü uluslararası hukukta iki temek üzerine oturtmaktadır. Birincisi ülke bütünlüğü ilkesidir, bir ülkenin anakarası ile üzerinde egemenliği olan adaları arasında hiçbir fark yoktur. Buradan çıkaracağımız bir diğer sonuçta bir ülkenin anakarası ile adalarının arasında başka bir ülkeye ait deniz alanlarının var olamayacağı sonucudur. Yunanistan’ın görüşlerini dayandırdığı ikinci nokta ise bir takımada devleti olduğudur. (Pazarcı, 1990, s. 109)

Adaların Kıta Sahanlığına Sahip Olduğu İlkesi

            Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı sunduğu ikinci tezi ise adaların kara ülkesi gibi kıta sahanlığına sahip olduğudur. Bu tezini 1974 yılında çıkan krizde Türkiye’ye verdiği notasından başlayarak U.A.D na başvurusuna kadar her fırsatta dile getirmiştir. (The Aegean Sea Continental Shelf Case (Greece v. Turkey), 1978)

            Yunanistan’ın bu konudaki temel argumanı 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı sözleşmesinin 1. Maddesinde adalar ve anakaraların kıta sahanlığı tanımı yapılırken her hangi bir ayrım yapılmamış olmasıdır. Yunanistan bu sözleşmeye dayanarak sahip olduğu adaların tıpkı anakara gibi kıta sahanlığına sahip olduğunu ileri sürmektedir. Bu durumda adalarında kendilerine ait kıta sahanlıkları olduğunu var saydığımızda aradaki problem iki karşıt devlet arasındaki kıta sahanlığı uyuşmazlığıdır. Anadolu kıyıları ile Semadirek, Limni,  Aghios, Eustratios, Midilli, Sakız, İpsara, Antiipsara, Sisam, Nikerya ve On İki Ada’nın kıyıları arasında gerçekleştirilmelidir. Sınırlandırma eşit uzaklık ilkesine göre yapılmalıdır. (Pazarcı, 1990)

 

Şekil:2

Yunanistan’ın İsteğine Göre Ege Denizi Kıta Sahanlığı Sınırlandırması

Kaynak: (Genkur, 2006)

3.2.2 Türkiye’nin Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığına Dair Tezleri

3.2.2.1 Türkiye’nin Usule İlişkin Tezleri

            Türkiye Ege Denizi Kıta Sahanlığına ilişkin sorunun iki devlet arasında yapılacak olan müzakereler sonucu anlaşma yoluyla çözülmesini istemektedir.

            Türkiye, Kuzey Denizi Davalarına atıfta bulunarak Yunanistan ile ortak noktada buluşmak istediğini hakça ilkelere dayanarak bir çözüm yolu bulmak için müzakerelere açık olduğunu bildirmiştir. (The Aegean Sea Continental Shelf Case (Greece v. Turkey), 1978, s. 26)

3.2.2.2 Türkiye’nin Esasa ilişkin Tezleri
Anlaşmanın Esas Olması

            1973 yılında Ege Denizi kıta sahanlığı sorununun ortaya çıkmasından sonra Türkiye, 27 Şubat 1974 tarihinde Yunanistan’a verdiği ilk karşı notasından başlayarak, sürekli bir biçimde Ege Denizi kıta sahanlığı sınırlandırmasının “görüşmeler” sonucunda gerçekleştirilecek bir “anlaşma” ile yapılmasını savunmaktadır. Türkiye’nin bu görüşü, 26 Ağustos 1976 tarihinde Ege Denizi Kıta Sahanlığı Davası ’na ilişkin olarak U.A.D.’ye sunduğu gayrı resmi görüşlerinde de yer almaktadır. (The Aegean Sea Continental Shelf Case (Greece v. Turkey), 1978, s. 67)

            Uluslararası bir çözümün barışçıl yollarla çözümünün tek çaresi U.A.D değildir. Bunun yanında diplomasi, görüşme, uzlaştırma komisyonu gibi yollara da başvurulabilir. Ege denizi gibi kendine has bir coğrafi yapıya sahip olan bir bölgede genel kurallara göre karar vermek doğru olmayacaktır. Bölgenin coğrafi açıdan incelenip bütün etkenler değerlendirilerek iki devlet arasında bir çözüm yoluna gidilmelidir.

Doğal Uzantının Esas Olması

            Türkiye’nin tezlerinden ikincisi, kıta sahanlığı sınırlandırmasında doğal uzantının esas olduğu görüşüdür. Türk görüşüne göre, Ege Denizi’nde doğal uzantı ilkesini uyguladığımız zaman, deniz yatağının önemli bir bölümünün Anadolu yarım adasının doğal uzantısının oluşturmakta olduğu, adaların kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olamadıkları görülmektedir. (Pazarcı, Kıta Sahanlığı Konusunda Hukuksal Görüşler, 1986, s. 86)

            Türkiye doğal uzantının esas alınması görüşünün hukuksal dayanağı olarak Uluslararası Adalet Divanı ’nın 1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları’na ilişkin kararının özellikle 85. paragrafını göstermektedir. Anılan bu paragrafa göre, “her devletin kıta sahanlığı , onun ülkesinin doğal uzantısı olmalı ve başka bir devletin ülkesinin doğal uzantısına girmemelidir.” ifadesi bunu açıkça vurgulamaktadır. (The North Sea Continental Shelf Cases, 1969, s. 53)

 

Şekil:3

Türkiye’nin doğal kıta uzantısı esasına göre olması gereken kıta sahanlığı sınırı

Kaynak: (Genkur, 2006)

Hakça İlkelerin Esas Olması

            Türkiye’nin hukuki anlamdaki üçüncü tezi Ege Denizi Kıta sahanlığı paylaşımının hakça ilkelere göre yapılmasıdır. Türkiye Yunanistan’a verdiği 27 Şubat 1974 tarihli notasından ilk kez dile getirmiş ve eşit uzaklık ilkesine göre paylaşımın yapılamayacağını 1969 tarihli Kuzey Kıta Sahanlığı Davası’na dayanarak paylaşımın hakça ilkelere göre yapılması. Ayrıca Yunanistan U.A. D. na Türkiye’nin talebinin bu yönde olduğunu belirtmiştir. (Pazarcı, Ege Denizindeki Türk-Yunan Sorunlarının Hukuki Yönü, 1990, s. 111)

            Hakça ilkeler Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davalarında açıkça uygulanmış ve bundan sonra mahkemenin birçok davasında uygulanmaya devam etmiştir. (The North Sea Continental Shelf Cases, 1969, s. 59)

            1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesinin 6. Maddesi eşit uzaklık ilkesine göre paylaşımı kural olarak göstermektedir ancak Türkiye sözleşmeye taraf olmadığı için Türkiye’ye karşı bu madde ileri sürülemez. Ayrıca U.A.D nın 1969 tarihli kararında açıkça eşit uzaklık ilkesinin her zaman uygulanmayacağı durumun gerektirdiği hallerde hakça ilkelerin uygulanacağı ifade edilmektedir.  Ayrıca 1982 B.M.D.H.S nin 83. Maddesinde hakça ilkeleri detaylandırarak ‘’hakça çözüm’’  yolunu göstermektedir ve konunun bütün boyutlarıyla ticari, güvenlik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan irdelenerek hiçbir tarafın zararına sebep olmadan hakça bir çözüm bulunmasını ifade etmiştir. (Pazarcı, Ege Denizindeki Türk-Yunan Sorunlarının Hukuki Yönü, 1990, s. 111)

 

3.2 Tarafların Karşılıklı İddialarına Dair Değerlendirmeler ve Çözüm Önerileri

3.2.1 Tarafların Usul’e İlişkin Tezlerinin Değerlendirilmesi

            Yukarıda detaylıca incelediğimiz üzere Türkiye Ege Denizi Kıta Sahanlığı sorununun çözümü için ikili görüşmelerin yapılmasını Yunanistan ise üçüncü bir tarafı dahil ederek Uluslararası Sürekli Adalet Divanına konuyu götürmeyi istemektedir. İki tarafında görüşleri uluslararası hukuka uygundur. Bunu  yanında hiçbir uluslararası hukuk belgesinde kıta sahanlığı sınırlandırmalarının uluslararası mahkemede çözüme kavuşturulması gerektiği yönünde bir madde yoktur. Devletler egemen oldukları için kendi istekleri dışında bir mahkemenin yargı yetkisine girmeyebilirler. (Başeren, 2006, s. 156)

            U.A.D.’nin Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları’nda, “taraflar, sadece anlaşmaya varılamadığı takdirde belli bir sınırlandırma metodunu otomatikman uygulamak için bir çeşit ön koşul olarak formaliteyi yerine getirmek üzere değil bir anlaşmaya varmak amacıyla görüşmelere girme yükümlülüğü altındadır; taraflar görüşmeleri anlamlı kılacak şekilde samimi olacak şekilde samimi olmak yükümlülüğü altındadır.” hükmüne yer verilmiştir. Divan, bu tutumunu Maine Körfezi Kıta Sahanlığı Davası ’nda deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası hukuk kurallarını özetlerken de sürdürmüş , “söz konusu sınırlandırmanın iyi niyet ve gerçekten olumlu bir sonuç alma niyeti ile yürütülen görüşmeleri izleyen bir anlaşma yoluyla yapılması gerektiğini” bildirmiştir. Bu durum karşısında Türkiye’nin kıta sahanlığı sınırlandırmansın görüşmeler yoluyla yapılmasında ısrar etmesinin uluslararası hukuka uygun olduğunu ispat etmektedir.

Türkiye’nin tezlerinde de belirtildiği gibi, Ege Denizi kıta sahanlığının sınırlandırılmasında, makul olan bir sonuca ulaşılabilmesinin, uluslararası hukukun temel ilke olarak kabul ettiği hakça ilkelerin uygulanmasına bağlı olduğu görülmektedir. Bu amaca ulaşmak için tek değil, çeşitli ilke ve usullere, bu arada belki de eşit uzaklık ilkesine dahi baş vurulabilir. Burada önemli olan, sınırlandırmada uygulanabilecek ilke ve usuller değil, hakça bir sonuca ulaşılmasıdır. Bunun için, sorunun tek mantıklı çözüm yolu, B.M. Andlaşması’nın 33. maddesinde de belirtildiği gibi, uluslararası barış ve güvenliği, adaleti tehlikeye koymayacak biçimde, anlamlı müzakerelerin başlatılmasıyla bulunabilecektir. (Doğru, 2003, s. 118)

3.2.2 Tarafların Esasa İlişkin Tezlerinin Değerlendirilmesi

3.2.2.1 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Sınırlamasında Uygulanacak İlkelerin Tercihi

            Yukarıda detaylıca incelediğimiz üzere Türkiye Ege Denizi Kıta Sahanlığı sorununun çözümünde hakça ilkelerin uygulanmasını istemektedir. Yunanistan ise en doğudaki adası kendi ülkesinin sınırı sayıp Anadolu anakarası arasındaki eşit uzaklık ilkesinin uygulanması gerektiğini savunmaktadır.

            Kıta sahanlığı sınırlandırılmasının hakça ilkeler doğrultusunda yapılacağı uluslararası hukukta artık yerleşmiş bir içtihattır. Asıl önemli olan hakça ilkelerin neler olduğudur. Eşit uzaklık ilkesi de duruma göre hakça ilkelerden bir tanesi olabilmektedir. Uluslararası mahkemeler ; “herhangi bir sınırlandırma işleminde, aralarından duruma uygun olan prensiplerin seçilebileceği bir hakça ilkeler seti’’ mevcut olduğunu ifade etmiştir. (The Case Concerning the Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya v. Malta), 1985, s. 46)

             Kıta sahanlığı sınırlandırmasında hakça ilkeler, U.A.D.’nin 1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davaları ’na ilişkin kararında ve takip eden birçok kararında yer almıştır. U.A.D.’nin 1969 tarihli kararında, “…sınırlandırma, her devlete, diğer devletlerin aynı nitelikteki haklarına tecavüz etmeden, olanaklar ölçüsünde, kara ülkesinin deniz altındaki doğal uzantısının verilmesini sağlayacak biçimde hakça ilkeler çerçevesinde, kıta sahanlığıalanlarını verecek bir anlaşma ile yapılacaktır...” denilmiştir. (The North Sea Continental Shelf Cases, 1969, s. 53) Fransa-İngiltere Davası ’nda, “hakça ilkeler, kararı n temel kuralı olarak benimsenmiş , coğrafyanı n özel yapısı nedeni ile değişik yörelerde farklı yöntemlerin uygulanması gerektiği, adaların yok farz edileceği ve adalara ana kıtalar gibi kıta sahanlığı tanınmayacağı , hakça ilkelerin gerçekleştirilebilmesi için coğrafi yapının özellikleri yanında, ilgili ülkelerin güvenlik ve ulaşım gibi gereksinimlerinin de göz önüne alınması gerektiği” belirtilmiştir. Tunus-Libya Davası’nda “doğal uzantı ilkesinin tek başına çözüm getirmediği, bu gibi durumlarda hakça ilkelerin uygulanması gerektiği” belirtilmiştir. (Başeren, 2006, s. 164)

3.2.2.2 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı Çözüm Önerileri

            Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığının çözüm yolu hakça ilkelerle olmalıdır bu noktada yukarıda detaylıca bilgi verdik. Hakça ilkelerin nasıl olacağı konusunda uluslararası mahkemelerin kararlarını incelemekte fayda görüyoruz.

            İngiltere-Fransa, İngiltere tarafında İngiliz Kanalı, Fransa tarafında Manş Denizi olarak bilinen bölgedeki kıta sahanlığı ile Fransa kıyılarına çok yakın Golfede St- Malo Körfezi’ndeki Kanal Adaları’nın kıta sahanlığının saptanması konusunda aralarında çıkan uyuşmazlığı, 10 Temmuz 1975 tarihinde imzaladıkları “Tahkim Sözleşmesi” vasıtasıyla bir uluslararası hakeme gitmeye karar vermişlerdir.

            Mahkeme kararında, iki devletin ana karalarının Manş Denizi kıyılarının eşit olduğunu ve karşı karşıya bulunduğunu, adaların olmaması halinde eşit uzaklık ilkesi ile sınırlandıracak kıta sahanlığının iki devlet için de eşit olacağını, ancak adalara tam etki tanınması durumunda Fransa aleyhine hakça ilkelere aykırı bir durum oluşacağını; doğal uzantı ilkesinin mutlak olmadığını, belirli durumlarda değişikliğe tabi olabileceğini, özellikle bir devlete ait adaların, bu adaların hiç olmaması halinde diğer devlete ait olacak kıta sahanlığı üzerinde bulunması durumunda, ne mutlak etkili olacağını ve ne de göz ardı edilebileceğini belirtmiştir.  Bu görüşten hareket eden Mahkeme, Fransa kıyılarına yakın İngiliz egemenliğindeki adaların Manş Denizi’ne bakan yüzlerinde 12 mil genişliğinde bir cep bölgesi bırakarak, bölgede kıta sahanlığının iki devletin ana kara ülkelerinin kıyıları esas alınarak saptanacak eşit uzaklıktaki orta hat olmasına karar vermiştir.

Şekil:4

Kaynak: (Koç, 2002, s. 64)

            Danimarka egemenliğindeki Grönland ve Norveç egemenliğindeki Jan Mayen arasındaki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Jan Mayen Davası Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlıklarına örnek teşkil edecek benzerlikte bir davadır. Bu davada mahkemenin verdiği kararın incelenmesinin Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığının çözümünde faydalı olacaktır.

            Danimarka, Grönland için 200 mil geniş liğ inde tam bir k ı ta sahanlığı ve balıkçılık bölgesi talep etmektedir. Norveç ise, her ne kadar iddialarını Grönland ile Jan Mayen arasında ortay hat ile sınırlandırmış olsa da, Grönland gibi Jan Mayen’in de aynı şekilde 200 mil kıta sahanlığı ve balıkçılık bölgesine sahip olduğunu iddia etmektedir. (Doğru, 2003, s. 43)

 

Şekil:5

Kaynak: (Jan Mayen Continental Shelf Case, 1993)

            Divan, 14 Haziran 1993 tarihli kararı ile konuyu; “bütün deniz sı nı rları na denkliği, uygulanabilen örf ve adet hukuku kuralı olarak eşit uzaklık/özel durum kuralı ile hakça ilkelerin fonksiyonelliği; sahil coğrafyasının, ilgili durumlar arasında önceliği ve devletin sahilinin önünde ve denizin altındaki uzantısının kesilmesinden kaçınılması (tecavüzetmeme); var sayılan sınır çizgileri ile taraflara verilen alanların, hakça ilkeler ölçütü olarak, ilgili sahillerin uzunluğu ile karşılaştırılması (oranlılık); uzun sahillerin açığındaki küçük adalara tam etki verilmemesi” prensipleri çerçevesinde değerlendirerek, her iki iddiayı da reddetmiş ve İngiltere-Fransa ve Libya-Malta Kıta Sahanlığı Davaları’nda geliştirilen “modifiye edilmiş ortay hat” prensibi çerçevesinde, Norveç’in iddia ettiği “ortay hat” ile Danimarka’nın iddia ettiği “200 mil sınırı” arasında bir sınıra hükmetmiştir.

            Yukarıdaki örneklerde de incelediğimiz üzere uluslararası mahkemeler vermiş oldukları kararlarında adaların kıta sahanlığı hakkının tam olarak uygulanmasının doğru olmadığı konusunda hüküm vermişlerdir. Yunanistan’ın istediği gibi bütün adalarına kıta sahanlığı verilmesi gibi bir durum söz konusu olursa Türkiye’nin ana kıtasının önü kapanacaktır ve bu uluslararası hukuka aykırı bir durum olacaktır. Yunanistan zaten sahip olduğu adalar vesilesiyle Ege denizinde Türkiye’den daha fazla karasuyuna sahiptir. Adalara kıta sahanlığı verilmesi Türkiye’nin anakarasının doğal uzantısı olan bir bölgenin Yunanistan’a verilmesi olacaktır.

            Kanaatimce bu uyuşmazlığın çözümünde Türkiye ve Yunanistan ikili görüşmeleri sonucunda iki tarafında istekleri ve uluslararası hukukun verdiği eski kararlar dikkate alınarak orta yol bulunmalıdır. İngiltere-Fransa davasında olduğu gibi adaların denize bakan yüzlerinde sınırlı bir kıta sahanlığı verilmesi kanaatimce geçerli bir çözüm yolu olacaktır.

 

SONUÇ

            Ege Denizi bir Türkiye Yunanistan’ın arasında bir denizdir ve Karadeniz’e açılan bir kapı niteliğindedir. Ege Denizinde barışın ve güvenliğin sağlanması ticari faaliyetlerin bu kadar hızlı olduğu bir devirde hayati önem taşımaktadır. Türkiye ve Yunanistan ortak akıl ve barış içerisindeki tavırla alacakları kararlarla iki devletinde buluşabileceği bir noktaya gelmek zorundadır. Aksi halde bu sert tutum gelecekte daha büyük sorunların ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Umuyoruz ki Yunanistan Türkiye’nin ikili görüşmeler çağrısına yanıt verir ve Ege Denizi uyuşmazlıkları kısa sürede sonuçlanır.

 

Kaynakça

Acer, Y. (2002). Ege Kıta Sahanlığı Sorunu ve Uluslararası Yargı Kararları.

Arı, T. (1995). Ege Sorunu ve Türk-Yunan İlişkileri: Son Gelişmeler Işığında Karasuları ve Hava Sahası Sorunu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Derdisi, 51-68.

Başeren, S. (2006). Ege Sorunları. İstanbul: Türk Deniz Araştırmaları Vakfı.

Bayıllıoğlu, U. (2011). Uluslararası Hukuk Açısından Ege Karasuları . Ankara: Turhan.

Doğru, S. (2003). Ege Denizi Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığına Çözüm Önerisi: Ortak Arama ve İşletme. Stratejik Araştırmalar Dergisi, 221-239.

Ergüven, Y. (1982). Devletler Hukukunda Kıta Sahanlığı ve Türkiye’nin Kıta Sahanlığı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ertürk, Y. (2007). Adalar (Ege) Denizinde Türk Yunan Mücadelesi. İstanbul: IQ Sanat Yayıncılık.

Genkur. (2006). Genkur Bilgilendirme ve Bilinçlendirme Faaliyeti.

Karapınar, N. (2015). Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Deniz Hukukuna Dair Bazı Tanımlar. Doğal Kaynak ve Ekoloji Bülteni.

Kaynar, M. K. (2017). Ege'de Temel Sorun: Unutulmayan Türk Adaları.

Koç, M. (2002). Uluslararası Hukukta Deniz Alanlarının Sınırlandırılması Gelişmeleri ve Türkiye'nin Sınırlandırma Politikalarının Belirlenmesi.

Pazarcı, H. (1986). Kıta Sahanlığı Konusunda Hukuksal Görüşler. Ege'de Deniz Sorunları Semineri (s. 79-93). Ankara: A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.

Pazarcı, H. (1990). Ege Denizindeki Türk-Yunan Sorunlarının Hukuki Yönü. (S. Vaner, Dü.)

Toluner, S. (2004). Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye'nin Bazı Dış Politika Sorunları. İstanbul: Beta.

 

Çalışmamızda Kullanılan Uluslararası Mahkeme Kararları

The North Sea Continental Shelf Cases (International Court of Justice 1969).

The Aegean Sea Continental Shelf Case (Greece v. Turkey) (International Court of Justice December 19, 1978).

Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area (İnternational Court of Justice 1984).

The Case Concerning the Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya v. Malta) (International Court of Justice June 3, 1985).

Jan Mayen Continental Shelf Case (İnternational Court of Justice 1993).

Maritime Delimitation and Territorial Questions between Qatar and Bahrain (İnternational Court Of Justice 2001).

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum