Ölüm Ara Sıra Uğrar

Hatıralar deyince, aklıma Titanik Filmi geliyor. Filmdeki Bu söz beni çok etkilemişti: O'nun resmi bile yok, yüzü sadece hatıralarımda. Hatıralarımız sadece hafızalarımızda. Geçmişe dair bir Anı.
Ölüm Ara Sıra Uğrar

Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorum hatıralarımda. Üzeri toz tutmuş mutluluklarım, üzüntülerim, şaşkınlıklarım heyecanlarım var benim; bunları paylaşmak, yaşatmak için yazmak istiyorum. Hani derler ya yaşadıkların yaşattığın müddetçe yaşarlar. Bende  anılarımı öldürüp gömmek yerine yaşatmak için kalemi elime alıp yazmak istiyorum ve yazmaya başlıyorum. İnsanın hatıraları hatırladıklarıyla sınırlı değil midir, yaşantımın ilk beş yılına ait hatırlayabileceğim bir anım yok. Yok diyorum, aslında var ama hatırlayamıyorum.  Bir akrabamız benim daha üç yaşındayken şarkı besteleri yapıp kendilerini eğlendirdiklerini söylüyorlar. Tabi yaşım gereği ben bunları hatırlamakta güçlük çekiyorum. Bunları bir kenara bırakıp hatırladığım bir anımı paylaşayım.

Öncelikle yaşadığım coğrafyayı size betimleyeyim, belki o zaman yaşadıklarımı az da olsa hissedebilirsiniz. Olay  Bingöl’ün Sancak kasabası da geçiyor. Burası düz bir ovadır, yüzünü kocaman bir dağa dönmüş, sırtını bir boşluğa yaslamıştır.  Engebeye, kuraklığa sahip olan topraklarımız da tarım pek fazla tercih edilmez, çoğunlukla geçim kaynağımız hayvancılıktır. Geceleri zifiri karanlık olduğu için,  gökteki ay ve yıldızlar bir o kadar belirginleşir ki, yıldızları izlerken adeta içinize aktığını hissederek yaşarsınız bu diyarda;  Yazın güneşi kavurur, kışın soğuğu insanı adeta öldürür. Çeşmeleri de akan su,  kışın sıcak, yaz aylarında ise soğuk gelir bizlere. Anlayacağınız kışı çok soğuktur; insanı öldürecek derecededir. Çeşmeye gittiğimizde elimizi ısıtmak için çeşme suyuna değdirirdik, bu bizi ancak  1 dakika ısındırırdı ondan sonra yine soğurdu, hatta buz kesilirdi  elerimiz. küçük bir bedendim ama hayatın bana küçücük yüreğime bir şeylerin kattığı dönemimdi, Sancak’ta geçirdiğim 9 yılım. Soğuktur bizim memleket, kışı insanı öldürecek kadar soğuk, kör edecek kadar fırtınalıdır.

Okulla mı nasıl gidiyoruz ,bu havada gitmek zorundaydık, havalara bakarsak 3 ay okula gitmememiz gerekiyordu. Böyle olmayacağına göre ne şartlarla olursa olsun, okullarımız İstanbul’da ki gibi kolay kolay tatil yapılamayacağını biliyorduk. Hiç unutmam, unutmam mümkün olamaz zaten. Boranın esip gürlediği, karın tipi olup suratlarımızı parçalayacak gibi çarptığı bir gündü. Yaşadığım yer kasaba olduğu için okulu vardı çevre köylerde ki öğrenciler yürüyerek onca yolu katedip eğitim aşkıyla gelirlerdi.  Öldürücü soğuğun, hiç dinmeden kurban aradığı o fırtınalı günde, araç kalkmadığı için öğrenciler onca yolu yürüyerek aşmışlardı boğulma tehlikesi geçirenler bile olmuştu;  Allahtan kimseye bir şey olmamıştı. Hocamız ders anlatmaya başlamıştı bir yandan da gözleri dışarıda yoğun  şekilde yağıp, fırtınanın savurduğu cama alacaklı gibi vuran kar tanelerinin beyaz bir toz haline geldiği borandaydı. Evet karın duracağı, fırtınanın dineceği yoktu.

Nihayetinde, İkinci dersteyken okulların tatil yapılması kararı geldi. Çevre köylerde oturan arkadaşlarımız için bir araç tahsis edilmişti, benim gibi birinci sınıf okuyan, Sancak'da oturan arkadaşlarımın da velilerini beklemeleri söylenmiş ama ben bunu duymamıştım; montumu giyip, sarı atkımı  bütün yüzümü sarmalayacak şekilde kaplayıp adeta fırtınayla savaşır gibi dışarıya attım kendimi.

Güç bela eve varmıştım.Kapıyı küçük avuçlarımla çalmaya başladım, düşünemiyordum, fırtınanın benden daha güçlü olup  kapıyı var gücüyle vurduğunu, evde birileri varsa bile benim güçsüz yumruklarımın kapıya vurmasını duyamazdı zaten. Evde kimsenin olmadığına kanaat getirerek nenemlere gitmek için tekrardan fırtınayla boğuşmaya başlamıştım. kendimi çizgi filmlerde ki uçan kahramanlara benzetmiştim; onlar gibi uçuyordum adeta; yüzüm gözüm şişmiş ellerim hissizleşmişti artık, hiçbir şey duymuyor ve göremiyordum. Kocaman köy adeta kabuğuna çekilmiş; yardımıma koşan kimse de yoktu. Olabildiğimce küçük ayaklarımla büyük adımlar atmaya çalışıyor bir yandan da tipi ile mücadele ediyordum.

Çok şükür,  sonunda zorda olsa nenemlere varmıştım hissizleşen elerimi yumruk yapıp kapıyı tokmaklamaya  başladım. Evet burada da kimse yoktu; artık ağlamak istiyordum, gözlerimden yaşlar gelmeye başlamıştı bile birazdan gözümden akan yaşların buz tuttuğunu bildiğim için zaman kaybetmeden, akan pınarlarımı hemen silmeye başladım.  

Ve tekrardan evimin yolunu tuttum, tam yolu yarılarken cami tarafında hızlı adımlarla bana doğru koşan siyah çarşaflı bir kadının bağırışlarını duydum, o an gözlerim kararmış kim olduğunu çıkaramamıştım, koşarak yaklaştığında görebilmiştim bu nenemden başkası değildi. O anda hıçkırıklarla bana sarılmıştı, fırtınayla birlikte düşmek üzere olan atkımı yüzüme sarıp: ” burada ne işin var! , annen nerde!” tabi bunları söylerken anneme ateş püskürüyordu. Nenemin söylediklerine cevap verecek halim yoktu sadece o an kurtulduğum için yüreğimde sıcacık bir şeyler hissedip şükrettim.  Nenem hemen beni kucağına alıp hızlı adımlarla evime götürdü, kapıyı bu kez küçük eller değil kuvvetli ve sinirli olan nenem ve dedem çalıyordu; içerde birileri varsa duymamaları imkansızdı artık;  iki ablam evdeymiş, annemde meğer beni almak için okula gitmiş tabi anneannem az kalsın ölebileceğim ihtimalleri üzerinde anneme söyleniyordu, ama beni şuan için sadece içeride  cayır cayır sobanın sıcaklığı ve  donduğu için çözülünce iğne gibi batan bedenimin acısı ilgilendiriyordu. Biraz geçtikten sonra kapı çalındı gelen annemdi gözlerini yaşlar ve yüreğini korku kaplamıştı adeta beni görünce rahatlamıştı ama bir yandan da yaptığım hatadan dolayı öfkelenmişti,  söylenmeye başladı.  Annem bana, nenem anneme söylenip durdu.  Başımdan geçenleri sizlere anlattığım gibi onlara da anlattım…

Gittiğim İki evde de birileri varmış, sordum kendi kendime, “küçücük elerim fırtınalı bir günde duyuramamıştı beni, ve ölüm ara sıra uğrar”.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış yorumlar onaylanmamaktadır.